Solentra - Bölüm 3
[Açılış – Sable’ın Son Yolu]
Gökyüzü hâlâ pusluydu.
Dün gece savaş alanı olan meydan şimdi sessizdi. Toprakta hâlâ ruhların yankısı vardı.
Sable’ın zırhlı bedeni yerde hareketsiz yatıyordu.
Zırhı kararmış, çatlaklarla dolmuştu.
Ama hâlâ… korkunç bir görkem taşıyordu.
Bel yavaşça yaklaştı.
Bir kolunu zırhın altına uzattı. İkinci koluyla sırtından destekledi. Gövdeyi kaldırırken yüzü hiç değişmedi. Kasları titredi ama… sesi çıkmadı.
Arthur birkaç adım gerideydi.
Bunu izlerken gözleri Bel’in sırtına takıldı.
“Zayıf görünüyor… ama…”
Arthur’un gözlerindeki şaşkınlık fark edilebilirdi.
Bel, Sable’ın cesedini at arabasına dikkatle yerleştirdi. Demir tekerlekler hafif gıcırdadı. Gün doğmak üzereydi.
Merkeze doğru yola çıktılar.
Ortalık sessizdi.
Yalnızca tekerleklerin taşlara çarpma sesi… Ve kuşların sessizce bekleyen sabah ötüşü.
Arthur dizginleri tutuyordu.
Bel yanında oturuyordu ama gözleri ufka sabitlenmişti.
Arthur (iç ses):
“Bu sessizlik bana huzur değil… merak veriyor.” “Bel… sen kimdin, kimdin de bu kadar yalnız kaldın?”
Ormanın içinden bir çıtırtı geldi.
Arthur hemen atı durdurdu.
Bel sağa döndü, parmaklarını açık tuttu ama tehdit hissetmedi.
Ağaçların arasından küçük bir çocuk çıktı.
Üstü başı kirliydi.
Gözleri kocamandı ama boş bakıyordu.
Arthur atından indi, yavaşça yaklaştı.
Arthur:
“Adın ne?”
Çocuk cevap vermedi.
“Aileni mi kaybettin?”
Gözlerinden bir damla yaş indi. Arthur diz çöktü, elini uzattı.
Çocuk ellerini kaldırmadan sadece ona baktı.
Arthur’un elini tutmadı…
Ama arabanın arkasına sessizce oturdu.
Şehrin kapıları açıldığında halk toplanmıştı.
Sable’ın cesedi at arabasında görülünce fısıltılar yayıldı.
“Bu… Sable değil mi?” “En güçlü koruyucuydu…” “Nasıl oldu bu…?”
Arthur durmadı.
Dizginleri sıkıca tuttu, doğruca merkez binasına yöneldi.
Merkezde birkaç kahraman ve komutan Arthur’u karşıladı.
Masada Sable’ın cesedi örtülüydü.
Yanında yaşlı, gözleri tamamen beyaz olan bir kadın oturdu.
Zihin Kahramanı – Myra.
Myra:
“Sable… Onu siz mi öldürdünüz?”
Arthur başını eğdi.
Kadın gözlerini kapadı ve Arthur’un alnına parmaklarını koydu.
Masadaki büyülü taş aniden ışıldamaya başladı.
Zihin yansıması bitmişti.
Herkes gerçeği görmüştü. Sable’in karanlık yüzünü artık herkes biliyordu.
Taşlar sönmüştü.
Sable’ın gölgeleri kaybolmuştu.
Kahramanlar tek tek başlarını eğerek salondan çıkıyorlardı.
Kimileri göz temasından kaçınıyor, kimileri Arthur’un arkasında yürümek için adımlarını yavaşlatıyordu.
Ama herkes gitmişti… bir kişi hariç.
Kapının hemen önünde durmuş, kıpırdamadan bekliyordu.
Kırmızı saçları omzuna dökülüyordu, pelerininin uçları yere hafifçe sürtüyordu.
Kaen.
Bembeyaz zırhı, ışığın altındaki mermer kadar parlaktı. Yüzünde ciddi ama nazik bir ifade vardı.
Annesi alev krallığından soylu bir aileden. Babası ise Solentra’dan soylu bir adamdı.
Yavaşça Arthur’un karşısına geçti. Gözlerini dikti. Ve sonra…
Arthur’un elini tuttu.
Arthur refleksle geri çekilecek gibi oldu, ama Kaen ellerini bırakmadan eğildi. Elinin üstüne bir öpücük kondurdu.
Kaen:
“Kraliçem… sadakatim, kılıcımdan önce size aittir. Ve yemin ederim… sizi her şeyden önce ben koruyacağım.”
Arthur şaşkındı.
Gözleri büyüdü ama sesi çıkmadı.
O sırada Bel bir adım öne çıktı.
Gözleri Kaen’in her hareketini izliyordu. Yüzü duygusuzdu ama bakışları… soğuk bir rüzgâr gibiydi.
Kaen (Bel’e dönerek):
“Ruh ustası… sizi de savaş alanında izledim. Göze hitap eden bir teknik.”
Bel bir şey söylemedi.
Ama omzunun hafifçe kasıldığını Arthur fark etti.
Arthur (iç ses):
“Bel… sen şu an neden bu kadar sessizsin?”
Kaen saygıyla başını eğdi. Ve sonra kapıdan çıkıp gitti.
Gece olmuştu. Saray sessizdi.
Koca duvarlar yankı bile yapmıyordu.
İç avluda eski çiçek kokuları rüzgâra karışmış, duvarları sarmaşıklar sarmıştı.
O gece, sarayda yalnızca üç kişi kalmıştı: Arthur. Bel. Ve küçük çocuk.
Uzun bir masanın başında oturuyorlardı.
Koca salon bomboştu.
Bir tabakta azıcık meyve, bir sürahi su vardı. Yemek yenmemişti.
Arthur gözlerini çocuğa çevirdi.
Yüzü hâlâ ifadesizdi.
Çenesini dizlerine yaslamış, titrek gözlerle masaya bakıyordu.
Arthur (yumuşak bir sesle):
“Söylemek zorunda değilsin ama… …adın ne…?”
Çocuk cevap vermedi. Bir sessizlik oldu.
Bel başını çevirmemişti.
Ama göz ucuyla çocuğu süzüyordu.
Ardından bir anda bakışlarını sabitledi.
Bel:
“Adın ne senin?”
Çocuk birden irkildi.
Gözleri doldu.
Ağlamaklı bir ses tonuyla cevap verdi:
“…Riven.”
Tam o anda bir asker içeri girdi.
Asker:
“Majesteleri, Konsey Başkanı sizi özel bir toplantıya çağırıyor. Kraliyet Arşivi’nde, acil.”
Arthur başını çevirdi, Bel’e kısa bir bakış attı.
Bel, çocukla aynı odadaydı.
Bir şey demedi.
Arthur sadece başını eğdi.
Arthur:
“Döneceğim. Riven’a göz kulak ol.”
Sarayın en büyük odasında Riven ve Bel kalmışlardı.
Bel yemek masasını topladı.
Riven ise odadaki tek koltuğa geçip oturdu.
Bir süre tetikte kalmaya çalıştı.
Ama gözleri ağırlaştı.
Oturduğu yerde uyuya kaldı.
Bel işi bittikten sonra bir battaniye alarak çocuğun üstüne örttü ve koltuğun diğer tarafına oturdu.
Çocuk bir anda Bel’in dizlerine devrildi.
Bel durdu.
Elini sessizce çocuğun saçlarına götürdü. Hiç konuşmadı.
Arthur geri döndüğünde gördüğü manzara karşısında durdu.
Bel, koltukta oturuyordu.
Dizinde… Riven uyuyordu.
Arthur’un yüzünde sıcak bir tebessüm oluştu.
Arthur (iç ses):
“Sonunda… herkesi korumaya karar verdin.” Bel, o tebessümü
fark etti.
Sabah ilk ışıkları odaya vuruyordu. Bel pencereye yaklaştı.
Bel:
“Dün gece… neden çağrıldın?”
Arthur:
“Konsey… Babamın ölümünden geçen bunca zaman sonra, benim ülkeyi nasıl yönettiğimi görmek istiyorlar.”
Bel tepki vermedi. Arthur hafifçe kafasını yıldızlara doğru çevirdi.
Konsey onun için çok önemliydi. Dünyadaki 4 imparatorluğun bir araya geldiği tek etkinlikti ve önemli kararlar için toplanılırdı.
Eğer Arthurun yönetimini beğenmezlerse sorun çıkabilirdi.
Ertesi sabah yolculuk için hazırlanıyorlardı.
<<Discord: @kerpetenes>>