TANRILARIN LANETİ - Bölüm 11
TANRILARIN LANETİ
“Dost gibi görünen en derin ihanet, düşmanın en keskin kılıcından daha acı verir.” Eski Argent Atasözü
Bölüm 11: Maskenin Ardındaki Gerçek
Karanlık çökmüştü. Diana gözlerini kapatmış, sonunun geldiğini kabullenmişti. Ayının güçlü pençesinin ölümcül darbesiyle buluşmayı bekliyordu. Her şey sona eriyordu, derin bir çaresizlik içinde son nefesini tutmuştu. Fakat o an, kulakları yırtarcasına gelen yüksek bir bağırma sesi, tüm ormanı sarsmış gibiydi.
Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu, ama bir acı hissetmiyordu. Neler olduğunu anlamaya çalışarak gözlerini yavaşça araladı. Ayı, tam ona vuracakken duraksamış ve şimdi korkuyla geriye doğru çekiliyordu. Devasa yaratık, öfkesini yitirmiş, hayatta kalma içgüdüsüyle uzaklaşmaya başlamıştı.
Diana’nın zihni bulanıktı; ne olup bittiğini kavrayamıyordu. Ölmüş müydü? Hayatta mıydı? Kendi nefesini duyabiliyordu ama bunu nasıl başardığını bile bilmiyordu. Hızla toparlanmaya çalıştı ve çevresine baktı. Ayı kaçmış, etrafta yalnızca sessizlik kalmıştı. Ama o sessizliğin ardında hâlâ tüyler ürpertici bir şey vardı.
Biraz cesaret toplayarak arkasına döndü. Duyduğu o güçlü sesin kaynağını görmek istiyordu. Döndüğünde ise gördüğü şey, kalbine korkuyu yeniden doldurdu.
Demon, biraz ileride duruyordu, ama tanıdığı Demon değildi bu. Onun ellerini sarmalayan alevler, gecenin karanlığını aydınlatıyor, etrafa tehditkâr bir parıltı saçıyordu. Yüzü, daha önce hiç görmediği kadar sert ve korkutucuydu. Gözlerinde, ölümcül bir kararlılık ve öfke vardı; adeta başka bir varlık haline gelmiş gibiydi.
Diana’nın gözleri büyümüş, vücudu donmuştu. O an içinde hissettiği korku, ayının saldırısında hissettiği korkudan bile daha güçlüydü. Demon’a bakmak bile nefes almasını zorlaştırıyordu. Bu, onun tanıdığı kişi değildi. Ya da belki de hep böyleydi, sadece şimdi görüyordu.
Demon’un alevlerle çevrili elleri bir süre daha parladı, ardından yavaşça sönmeye başladı. Fakat Diana, gözlerini ondan ayıramadı. Kalbinin derinliklerinde bir şeylerin değiştiğini hissediyordu. O korkutucu güç, onu içten içe ürpertiyordu.
Ve sonra, dayanamayarak gözleri karardı. Vücudu kontrolsüzce yere düştü. Bilinci onu terk ederken, son gördüğü şey Demon’un o korkunç bakışlarıydı.
8 Saat sonra…
Karanlığın içinde yüzüyordum; zihnim derin bir boşlukta, bilinçsiz bir dünyadaydı. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyordum, sadece bir sonsuzluk hissi vardı. Bir yerlerde, içimde derin bir ağrı, baskı yapan bir ağırlık… Ama nereden geldiğini bilmiyordum.
Sonra, bir şeyler değişti. Uzaklardan bir ses yankılanıyordu, giderek daha belirginleşen bir uğultu. Bir fısıltı gibiydi, ancak bana ulaşmaya çalışıyordu. Ağır ağır geri döndüm, karanlıktan sıyrılırken vücudumun altımdaki zemine temas ettiğini hissettim. Sert toprak ve soğuk esinti cildimi yakıyordu. Göz kapaklarım sanki kurşun kadar ağırdı, ama yavaşça aralandılar.
İlk gördüğüm şey, başımın yanında duran sönmüş bir ateşin külleri oldu. Rüzgâr hafifçe esiyor, küller savruluyordu. Çevremdeki ağaçlar rüzgârın uğultusu ile hışırdıyordu, ama tuhaf bir şekilde sessizlik hâkimdi. Hareketsiz kaldım, zihnimde o gece olanları hatırlamaya çalışıyordum.
Neredeydim? Ne olmuştu?
Başımda bir ağrı vardı, dudaklarım kurumuştu. Kendimi zorlayarak yavaşça doğrulmaya çalıştım. Gözlerim hala net göremiyordu, çevremdeki karanlık yer yer bulanıktı. Soğuk gece, cildimi keser gibi hissediliyordu. Elleriyle vücudumu saran korku, tüm benliğimi ele geçiriyordu. Tam o sırada bir ses işittim, yankılanan bir ses, beni o boşluktan tamamen çekip çıkardı.
“Uyandın mı?”
Sesin tanıdık olduğunu fark ettim ama içimdeki rahatsızlık bir an bile dinmemişti. Hızla başımı çevirdim ve Demon’u gördüm. O ağaca yaslanmıştı, bakışları benim üzerimdeydi. Gözlerinde bir şey vardı—soğuk ama aynı zamanda bir şeyleri ölçüp biçen bir bakış.
Bir an hareketsiz kaldım. Gece olanlar zihnimde yavaş yavaş yeniden canlandı. O alevler… Ayı… Demon’un korkutucu bakışları… Alevler içinde elleri… Birkaç saniyeliğine nefesim kesildi. İçimde yükselen panikle beraber, bir adım geri çekildim. Kalbim göğsümde patlayacak gibiydi. Yavaşça ayağa kalkmaya çalışırken, tüm vücudum titriyordu.
Gözlerim dehşetle Demon’a takıldı. Beynim bir şeyleri idrak etmeye çalışıyordu ama olanları anlamlandırmak çok zordu. Aklım karışmıştı, ama o korkutucu anı tekrar tekrar yaşıyordum.
“S-söylenenler…” dedim zorlanarak, boğazım düğüm düğüm olmuştu. “Doğruymuş,” diye devam ettim, kelimelerim güçlükle dökülüyordu. Gözlerim hâlâ onun ellerindeydi, o alevleri yeniden görecekmişim gibi hissettim. “Sen gerçekten bir canavarsın…”
Dudaklarım titriyordu. O an kalbimdeki korku, beni esir almıştı. Bir an, onun sadece bir insan olmadığını anlamıştım… ve bu gerçek, her şeyden daha ürkütücüydü.
Demon, gözlerimin içine baktı, ama o soğuk bakışında hiçbir sıcaklık yoktu. Bir an için bir şey söyleyecekmiş gibi geldi, ama dudaklarından tek bir kelime çıkmadı. Sessizce yerinden doğruldu, toprakta yatan kılıcını eline alıp sırtına astı. Ardından, hiçbir açıklama yapmadan atına doğru yürümeye başladı.
Tam uzaklaşırken, alaycı bir ses tonuyla, “Gece olanlar için üzgünüm,” dedi. Sesi sert ve kırıcıydı. “Seni kurtardığım için de…” diye ekledi, başını çevirip bakmadan. İçimdeki ürpertiyi daha da derinleştirdi. Sanki benim zayıflığımı, korkumu yüzüme vuruyordu.
Atının dizginlerini kavrayarak üzerine çıktı. “Burada yollarımızı ayıralım, ben kendi yoluma gideceğim sende kendi yoluna… Fakat burada tek başına kalamazsın,” dedi soğukkanlı bir şekilde. “Burası güvenli değil. Bir yerleşim yeri bulana kadar benimle gelmelisin. O zamana kadar bana katıl.”
Hâlâ o alevleri ve korkutucu bakışlarını zihnimden silememiştim. Bütün vücudum ürperiyordu. Ama çevremdeki karanlık orman, içime korku salıyordu. Demon’a güvenemesem de, burada yalnız kalmak… hayatta kalabileceğim bir seçenek değildi.
Bir an tereddüt ettim, boğazım kurumuştu, nefes almakta zorlanıyordum. Gördüğüm her şeyin gerçek olup olmadığını sorguluyordum hâlâ. Ancak gerçek olan bir şey vardı: Tek başıma burada hayatta kalamazdım.
Zorlukla konuşmaya başladım, sesim titrek ve kısık çıktı. “Önden git,” dedim gözlerimi ondan kaçırarak. “Ben arkandan geleceğim.”
Demon, söylediklerimi duymuş gibi başını hafifçe salladı ve bir an bile tereddüt etmeden atını sürüp uzaklaşmaya başladı. O anda, yüreğimdeki korku ve güvensizlikle birlikte peşine takıldım.
Beraber ormanın içinde sessizce yol alırken, içimde bir fırtına kopuyordu. Kafamda binlerce düşünce dönüp duruyordu, ama bir türlü ne yapmam gerektiğine karar veremiyordum. Demon’ın ellerini saran alevler, o korkutucu bakışları… Bunlar gerçekten gördüklerim miydi? Eğer öyleyse, yanımda kiminle birlikteydim? Onunla yolculuğa devam etmek doğru muydu? Ama burada yalnız başıma kalmak da… Bu düşünceler zihnimi kemirirken, gecenin devamını öğrenme arzusu da içimde giderek büyüyordu.
Demon atını sürerken hiç ses çıkarmıyordu, sanki tüm dünyanın yükünü omuzlarında taşıyor gibiydi. Ben ise sessizlik içinde onun arkasında kalakalmıştım, düşüncelerimle boğuşuyordum.
Bir süre sonra Demon, hiç beklemediğim bir anda bana döndü. Sesi kayıtsızdı ama farkındaydı. “Bir şey mi söyleyeceksin?” dedi, sesinde hafif bir sorgulama vardı. Bir an duraksadım, cevap vermek istedim ama kelimeler boğazımda düğümlendi. Ne söyleyebilirdim ki? Aklımdan geçen her şeyi bir anda dile getirmek mümkün değildi. Sonunda hiçbir şey dememeyi seçtim, başımı hafifçe eğerek sessiz kaldım.
Bu sessizlik ağır bir hal aldı. Yolculuğumuz süresince içimdeki çatışma giderek büyürken, Demon’ın sert ve kararlı duruşu gözlerimin önünden gitmiyordu. Ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyordum. Bir süre sonra, ne yapacağımı bilmez bir halde, aklıma gelen ilk soruyu sordum.
“Elini… nasıl iyileştirmeyi planlıyorsun?” dedim, sesim her zamanki gibi kendime bile tanıdık gelmeyen bir tonda çıkmıştı.
Demon’ın yüzünde bir anlık bir ifade belirdi, ama sonra gözlerini ileriye dikti. “Artık bir önemi yok,” dedi soğukkanlı bir şekilde. “Tedaviyi bulacağım, ama nasıl ya da ne zaman olduğu fark etmez.”
Sözleri soğuk, kesin ve duygusuzdu. Ona daha fazla soru sormam gerektiğini biliyordum, ama içimdeki karmaşa yüzünden devam edemedim.
Demon’ın gözünden….
Yola bir süre daha sessizce devam ettik. Diana arkamda, kafası karışmış bir haldeydi; sormak istedikleri ve söylemek istedikleri arasında sıkışıp kalmış gibiydi. Ama ben onun şu anki halinden bile fazlasını biliyordum. Gözlerimi yoldan ayırmadan, ellerimdeki acıya odaklanmamaya çalıştım. Ellerimde hâlâ hafif bir sıcaklık vardı, ama bu sıcaklık azalmış olmasına rağmen acısı kesilmek bilmiyordu. Alevlerin etkisi sadece ellerimde değil, zihnimde de derin izler bırakmıştı. Bu güç, bu lanet… Benim kontrolümde değildi.
Diana’nın bana “canavar” dediği an aklımda yankılandı. Sanki kelimeler zihnimde tekrar tekrar dövülüyordu. Gözlerinde beliren korku, tiksinti… Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, bunları değiştiremeyecektim. Diana’nın bakışları hep o anki gibi olacaktı. Onun gözünde hep bir tehlike, bir tehdit olacaktım. Derin bir nefes aldım, acıyı içimde bastırmaya çalışarak. Diana’yla olduğum her an, onun güvenliğini riske atıyordum. Artık tek başıma devam etmeliydim. Yanında olduğum sürece Diana hep benden korkacaktı, beni bir canavar olarak görecekti.
Yavaşça atımı durdurdum, başımı ona çevirerek kısa bir süre duraksadım. “Yaptıkların için teşekkür ederim,” dedim, sesimde hiçbir duygu belirtisi olmadan. Soğuk ve keskin. Bakışlarımı tekrar yola çevirdim.
Bir süre sessiz kaldım, acıyan ellerimi hafifçe hareket ettirirken içimdeki düşüncelerle boğuşuyordum. Nihayet, duraksamadan, sert bir tonda sordum: “Yollarımız ayrıldığında ne yapmayı planlıyorsun?” Atımın ağır adımları arasında Diana’nın zayıf mırıldanışını zar zor duydum. “Bilmiyorum.” Sesi öylesine kırılgandı ki, sanki her an rüzgârla birlikte yok olacak gibiydi.
Bakışlarımı önüne eğmişti. O an onunla konuşmak, ne hissettiğini anlamaya çalışmak bir anlığına aklımdan geçti ama gereksiz olduğunu biliyordum. Artık onunla konuşmanın anlamı yoktu. İçimde bir şeylerin koptuğunu hissederek başımı hafifçe salladım.
Hiçbir şey söylemeden atımı harekete geçirdim. İkimiz de sessizce yola devam ettik. Rüzgârın getirdiği serinlik ve atların ayak sesleri dışında aramızdaki boşluğu dolduran hiçbir şey kalmamıştı. Yol boyunca süregelen sessizlik, yalnızca doğanın kendi fısıldamalarıyla doluydu.
Rüzgar, ağaçların dallarını hafifçe sallarken, toprak yavaşça geceyi karşılamaya hazırlanıyordu. Sessizdi, ancak bir zamanlar kılıç ustam, Aaron bana hep bu tür bir sessizliğin arkasında her zaman bir şeylerin saklandığını bilirdim. Diana’nın adımları normalden daha tereddütlüydü, göz ucuyla onun adımlarındaki tedirginliği fark edebiliyordum. Belli ki bir şeyler ona ağır geliyordu. Yol boyunca süregelen sessizlik, yalnızca doğanın kendi fısıldamalarıyla doluydu. Rüzgar, ağaçların dallarını hafifçe sallarken, toprak yavaşça geceyi karşılamaya hazırlanıyordu.
Sessizdi, fazla sessiz. Ancak bu tür bir sessizliğin arkasında her zaman bir şeylerin saklandığını bilirdim. Diana’nın adımları normalden daha tereddütlüydü, göz ucuyla onun adımlarındaki tedirginliği fark edebiliyordum. Belli ki bir şeyler ona ağır geliyordu.
Ama ne?
Bir şey demedim, yolumuza devam ettik. Elimdeki acı sızlamaya devam ederken, Diana’nın düşünceleriyle savaştığını hissettim. Sonunda dayanamadı. Sessizliği o bozdu.
“Demon…” dedi, sesi alışık olduğum tondan çok farklıydı. Düşüncelerinin ağırlığını taşıyan bir tona bürünmüştü.
Başımı çevirdim, ama cevap vermeden yürümeye devam ettim. Onun içsel savaşıyla boğuşmasını izlerken, bir şeylerin ters gittiği çok açıktı. Ve sonra, o soğuk gerçek hiç beklemediğim bir anda yüzüme çarpmıştı.
“Artık daha fazla saklayamam,” diye devam etti, sesi giderek daha kararlı bir hal alıyordu. “Burada seninle olmak, asla planın bir parçası değildi.”
Adımlarım durdu. Buz gibi bir hava etrafımı sardı. Gözlerim hızla ona çevrildi, ama yüzünde gördüğüm ifade hiç hoşuma gitmedi.
Ne söyleyeceğini tahmin edebiliyordum, ama duymak istemiyordum. İçimde bir ağırlık çökmeye başlamıştı bile.
“Ne demek istiyorsun?” Sesim, beklediğimden daha sakin çıkmıştı. Ama içimde bir volkan kaynıyordu.
Diana’nın gözleri yere kaydı, dudakları titriyordu. Birkaç saniye duraksadı, ama sonunda tüm gerçeklik ağzından döküldü. “Demon, ben… başından beri bir şeyler sakladım,” dedi, kelimeleri zorla dile getiriyormuş gibi. “Beni sana gönderdi. Üvey annen… Morgana.”
Duyduklarımın gerçek olduğuna inanmak istemedim. Birkaç saniye boyunca ne diyeceğimi bilemedim. İçimdeki öfke yavaş yavaş yükseliyordu, ama aynı zamanda bir hayal kırıklığı da vardı.
Gözlerim onun üzerine dikildi. “Bu doğru mu?” dedim, sesim bu sefer buz gibiydi.
Diana, gözlerini benden kaçırdı. O an, içimdeki tüm güven kırılmıştı…
“Başından beri…” dedim, kendi kendime. Morgana’nın bir piyonuydu. Ona, bana en yakın olan kişiye ihanet etmesi için gönderilmişti. Tüm bu süre boyunca yanımda duran kişi, aslında bir yılandı. Ona güvenmiştim.
Kalbimde bir sancı hissettim. Ama bunu göstermek istemiyordum. Diana’nın gözlerine baktım ve soğuk bir şekilde devam ettim. “Yani bu muydu? Senin görevin… benim güvenimi kazanıp daha sonra ihanet etmek miydi?”
Diana, gözlerinde bir parıltıyla bana baktı, ama bu parıltı pişmanlık mı yoksa korku muydu, anlamadım. Başını eğdi ve bir daha konuşmadı. Ancak, artık sözlere ihtiyacım yoktu. Gerçek, ortadaydı. Diana, başından beri düşmandı.
Ama neden hala tereddüt ediyordu?
Bir süre durup düşündüm. Diana’yı burada bırakmak ya da onunla devam etmek arasında sıkışmıştım. Ama biliyordum ki ne yaparsam yapayım, bu güven bir daha asla geri gelmeyecekti.
İçimdeki ses bana fısıldıyordu: “Diana sana ihanet etti, ona güvenemezsin.”
Ama yine de ona dönüp baktım. Belki de en kötüsü, ona hala tamamen düşman gözüyle bakamıyordum. İçimde bir parça, onun başından beri zorlandığını hissediyordu. Fakat bu, artık bir anlam ifade etmezdi.
Ona bir kez daha baktığımda, Diana’nın yüzündeki o üzgün ifade, aniden değişti. Gözlerinde bir anlık karanlık belirdi, ardından dudakları ince bir alayla kıvrıldı. O an, bir şeylerin tamamen ters gittiğini anladım.
“Düşündüğümden daha aptalsın, Demon,” dedi, ses tonu tamamen değişmişti. Soğuk ve küçümseyici bir sesle konuşuyordu şimdi. “Gerçekten de beni affetmeye çalıştın, değil mi? Bana acıdın, beni korumak istedin… Ne kadar zavallı ve zayıfsın.”
Sözleri beynimde yankılanırken, yüreğimdeki hayal kırıklığı yerini öfkeye bırakıyordu. Bu, o Diana değildi… ya da belki de başından beri böyleydi. Bir maskenin arkasına saklanmıştı.
“Seni öldürmek zorunda olmam beni çok üzüyor ama bu zevki kendi ellerimle tadacağım.” diye devam etti, sinsice gülerek. “Zayıfsın, Demon. Bu dünya senin gibilerine yer bırakmaz.”
Önümde durdu, başını hafifçe yana eğdi, gözlerinde tiksinti vardı. “Senin tek yapman gereken… ölmek.”
Islık sesi ormanın sessizliğini böldü. Bir anda etrafım karardı. Ağaçların gölgeleri arasında siyah pelerinli figürler belirdi, sanki ormanın kendisi onları gizliyormuş gibi. Soğuk metalin kokusunu duyabiliyordum; bu adamlar suikastçiydi, profesyonel katiller. Diana’nın peşinden geldiklerine göre kraliçenin emrinde olmalılar.
Bakışlarım hızla suikastçılara kaydı, ellerindeki kılıçlar ve bıçaklar parlak bir ölüm tehditi gibiydi. Diana ise sinsi bir gülümsemeyle bir adım geri attı.
“Senin gibi bir zavallıya yer yok bu dünyada,” dedi, sesi artık daha fazla alay ve küçümseme doluydu. “Öl, Demon.”
Devam edecek…
Yazar: Rikanymore
Editör: Akatsuki Benjamin
Görsel: Akatsuki Benjamin