Tharold - Bölüm 13 - GÖLGE
GÖLGE
Pencereleri her gece aynı sırayla kontrol ederim: sağ kanadı bastır, üst sürgüye parmağını tıkla, alt kilide iki tur… O akşam aynı hareketleri yaptım ama içimdeki bir boşluk, kilit sesi kadar tatmin edici gelmedi. Belki D Üssü’nden dönerken koridorlarda biriken sessizlik yüzünden, belki de günlerdir üzerime sinen metal kokusu. Saat 02.14’te hâlâ uyumamıştım.
Perde, odanın içinde sanki biri nefes veriyormuş gibi kıpırdadı.
“Rüzgâr,” dedim kendi kendime, ama rüzgâr bir insan gölgesiyle aynı ritimde hareket etmez. Başımı kaldırdığımda, dışarıdaki turuncu sokak lambasının ışığı penceremin önünde karardı. Kilit sesi—daha önce duymadığım ince, kısa bir klik—içimde bir şeyi tetikledi. Ayağa kalktığımda sandalyem neredeyse devrildi.
Gölge, içeri önce sessizliği soktu. Ardından kendisi sanki odanın hakimiymiş gibi, bir adım, sonra bir adım daha attı. Boyu benden biraz uzun, omuzları tuhaf biçimde rahat; savaş görmüş ama yorulmamış birinin duruşu. Yüzü bir maskenin arkasında. Maske, dikiş izleri gibi çizgilerle bölünmüş, göz yerine koyu siyah cam. Bir anlığına camın arkasında bir parıltı gördüm mü, yoksa kendi yansımamı mı? Emin olamadım.
“Kimsin?” Sesim odayı kesti. Silahıma uzanmadım; bir yabancının niyetini en hızlı ele veren, ilk saniyedeki nefesidir. Onun nefesi… düzenliydi. Ne telaş, ne gurur. Soğuk.
Cevap yerine üstüme geldi. İkimizin arasında bir masa, bir yatak kenarı ve dar bir koridor vardı. Dar alanı sevmem; ama dar alanı benden iyi kullanan biriyle de sık karşılaşmam. İlk hamlesi, sağdan bir düz yumruktu. Hedef yüzüm değildi; adımımı. Ayağımın altındaki zemini boş bırakırsam, momentumumu çarpıtacaktı. Ayağımı sabitleyip omuzla karşıladım; dirseğim göğsüne değdiği anda gövdesi bir anlık, tarifsiz bir kayganlıkla “akıp” gitti. Dokunuşum gölgeye çarpmış gibi oldu.
“Faz mı yapıyorsun?” dedim istemsiz. Ses çıkarmadı.
İkinci hamlesi aldatmaydı; bileğimi yakalıyor gibi yapıp, parmaklarımı kontrol etmek yerine boşluğa yürüdü. O boşluğun nereye gittiğini görmek için bir insanın omuzlarını, dizlerini, göz kırpışını izlersin normalde. Ben nefesini izledim. Her hamleden önce yarım vuruşluk bir duraklama—sanki karar değil de hatırlama. Bir hareketi, daha önce bin kere yapmış gibi; ama karşındakinin reflekslerine göre ayarlayan türden.
“Kimsin dedim.” Bu kez elimi kabzaya götürdüm. Metalin soğuğu parmaklarımı kendine çekti. Gölge, yanıtını seçer gibi başını azıcık eğdi.
“Vakti gelince öğrenirsin.”
Sesinde bir kırık cam tınısı vardı; sanki bir ses bozucu maskenin içinde iki farklı ses üst üste binmiş. Bir an için o iki sesin birinden birine yaklaşıp tanıyacak gibi oldum; zihnimin kıyısında bir batma, bir acı. Elimi çekip attım, bileğini yakaladım—bu kez kaçamadı. Dirseğimi kilide sokarken, dizimle yerini kilitledim. Bu hareketi biz, eğitimde “düşmanın dengesini unuttur” diye öğreniriz. O dengesini unuttu; ama aklıma şu düşünce saplandı: “Ben bu vücudu tanıyor muyum?”
“Niyetin ne?”
“Seni uyarmak.” Bileği elimde olmasına rağmen sesi sakindi. “Seni izleyen çok.”
“Beni izleyen çoksa,” dedim, “içeri girmeye cesaret eden azdır.” Sertleştim. “Kimsin?”
“Bu konuşmayı kimseye anlatma, Kiyoshi.”
Adımı söyleyişinde nefesim kısa kaldı. Nasıl söylediği, nerede durduğu, kelimenin neresini bastığı—tuhaftı. Tanıdık bir ritim, yabancı bir sesle çalınan. Bileğini bıraktım mı bırakmadım mı, emin değilim; çünkü o, aniden ağırlığını başka bir düzleme verdi ve bir anda parmaklarımda sadece soğuk hava kaldı.
Pencerenin önüne geçti. Kilit, kendi kendini açar gibi bir ses daha çıkardı. Perde bir anlık dans etti; sonra gölge, o dansın bir figürü gibi pencereden dışarı kaydı. Geriye perde, rüzgâr ve ben kaldım.
Masanın kenarında küçük bir parıltı gözümün ucunu yakaladı. Eğildim. Siyah kumaşın kenarından kopmuş gibi duran minicik bir metal parça. Üzerinde anlamını bilmediğim, yamulmuş bir çizik. Elime aldım; dokunduğumda metalin soğukluğu avucumdan kalbime geçti. Bir anlığına… pazardan eve döndüğümüz o gün, annem “haklısın oğlum” deyip gülümsemişti; gökyüzünde güneş yerine kocaman bir gemi vardı; rüzgâr da böyle keskin kokmuştu. O anı, metal gibi avucumdan içime aktı.
Masaya oturdum. Not defterimi açtım. İlk cümle “Bilinmeyen şahıs, gece vakti, pencereden sızdı.” olacaktı. Kalem kağıdın üstünde bekledi. Kalbim, az önceki dövüşten daha hızlı atıyordu. Yazıp yazmamak arasında duran o saç telinden ince çizgi… beni ikiye ayırıyordu. Rapor edersem bu olay artık sadece benim olmayacaktı; etmezsem bu şehrin güvenliği beni affetmeyecekti.
Kalemi bıraktım. Pencereye gittim. Dışarıda sokağın son lambası titriyordu. Tavandan gelen eski boru sesleri, uğursuz bir şarkının basları gibi yoktan var oluyordu.
“Vakti gelince, ha?” dedim alçak sesle.
Cevap gelmedi. Gelmemesi daha iyiydi. Masaya döndüm, metal parçayı dosyamın en üstüne koydum. Defterin sol köşesine küçük bir işaret attım: “G”. G—gölge. G—gizli. G—günah keçisi. Hangi G olduğunu bilmiyordum.
Gecenin geri kalanı düşüncelerimin sırtına binen bir ağırlık gibi geçti. Ne zaman gözümü kapatsam maske ardındaki o ritim… cümlelerden önce yarım vuruşluk duraklama… sanki bir şey söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. “Seni izleyen çok,” demişti. Kimler? Neden ben? Ve neden bu ses?
Sabaha karşı nihayet uykunun kıyısına varabildim. Kıyıda bekleyen bir gemi gibi; halatlar çözülse de denize açılmayan. Alarm çaldı. Lavaboda yüzüme su çarptım. Aynaya baktığımda, gözlerimdeki kızıllık maske camını anımsattı. Pencereyi bir kez daha kontrol ettim; kilit sesini bu kez kendim çıkardım. “Kendi evimde yankısını duyduğum bir ses,” dedim, “benim sesim olmalı.”
Günü bir emir gibi içime aldım: D Üssü taşınacak, A Üssü’ne devredilecek, morg ve araştırma birimi hazırlanacak. Ve ben… ben bir parçayı cebimde taşıyacağım. Kendi sessizliğime “vakti gelince” diye yalan söyleyerek.
Kapıyı çekip çıktım. Koridorda ayak seslerim, bu gecenin tanığı oldu. Şehrin uzağında bir yerlerde, biri yarım vuruş gecikmeyle nefes aldıysa, onu duymadım. Ama hissi, göğsümde kaldı.
“Bugün rapor etmeyeceğim,” dedim merdivenlerden inerken. “Bugün anlamaya çalışacağım.”
Belki bu, doğru karar değildi. Ama bazı kararlar, sabahın ilk ışığı gibidir: henüz sıcak değildirler; ama günün geri kalanını belirlerler.
A Üssü’nün kapısına vardığımda, güneş doğuyordu.