Solentra - Bölüm 13
Luneth (gülümseyerek):
“Savaşmak yorucuymuş…
Vereth… konuşmasan bile olurmuş aslında…”
Luneth bir adım daha atınca… Yüz üstü yıkıldı.
Vereth (sessizce):
“Hayır. Seninle konuşmayı seviyorum.”
Ay ışığı, ormanın üzerine düşerken… Wave’in cesedi yok olmuştu.
Sadece toprağın ortasında bir şey kalmıştı: “Kan.”
Bel, eğilip Luneth’in nabzını kontrol etti.
Yaşıyordu. Ama bilinci kapalıydı.
Kaen ise, kanayan yaralarına rağmen doğrulmaya çalıştı.
Bel, bir şey söylemedi.
Gözleri hâlâ Wave’in kaybolduğu noktadaydı.
Sessizliğinde bir öfke saklıydı — ama yüzünde, yalnızca donuk bir ifade vardı.
Kaen:
“Luneth.”
Avucunu açtı.
Ruhlar… yavaşça elinin etrafında dönmeye başladı.
Bir ışık huzmesi, Kaen’in göğsündeki yaraya doğru uzandı.
İyileştirmedi ama acısını biraz dindirmişti.
Kaen gözlerini kıstı. “Bu iyi geldi.”
Bel yine konuşmadı.
Yalnızca ruhları dağıttı.
İkisini de sessizce kavradı.
Luneth’i sırtına aldı, Kaen’e kolunu uzattı.
Ve birlikte… ormanın karanlığından geri döndüler.
Sabah, Nellmoor köyüne ulaştıklarında… Köylüler onları karşılamak için dışarı çıkmıştı.
Gözleri Bel’in taşıdığı Luneth’e kaydı. Kanlar içinde, bitkin bir beden.
Tam o anda, Arthur yaklaştı.
Arthur:
“Ne oldu?! Luneth… Kaen… siz…?”
Bel durdu.
Luneth hâlâ sırtındaydı, başı Bel’in omzuna yaslanmıştı. Kaen ise bitkin ama ayakta, gözleri hâlâ açık.
Bel sadece, başını yavaşça iki yana salladı. Ama Arthur, her şeyi anlamış gibiydi.
Arthur, Kaen’e yaklaştı.
Yavaşça koluna dokundu. “İyi misin?”
Kaen hafifçe gülümsedi.
“Kılıçla yandım… ruhla serinledim. Sanırım… idare ederim.”
Arthur, Bel’e baktı.
Bakışlarında minnet, korku ve hafifçe gizlenmiş bir sevgi vardı. “Onları içeri götürelim. Derhal.”
Köylüler hemen geri çekildiler, geçit verdiler.
Bazıları başlarını eğdi.
Kimileri fısıldaştı:
“Gerçekten… Solentra’nın kahramanları…” “O cüsseli adamı nasıl sırtında taşıyor…”
Bir kadın elinde kese uzattı.
Arthur durdu.
Kadın:
“Lütfen… bunu alın. Sadece bir kese dolusu altın ama… hayatlarımızdan çok değerli değil… Kraliçem.”
Arthur başını hafifçe eğdi.
“Teşekkür ederiz. Ama biz… sizin güvenliğiniz için para almıyoruz.”
Kadının gözleri doldu.
“Kraliçem…”
Elleriyle kalbine bastı.
Gözünden bir damla düştü. tebessüm ederek.
“Biz artık yalnız değiliz.”
Arthur gözlerini hafifçe kapattı.
Derin bir nefes aldı.
Bel’e dönüp kısa bir bakış attı.
Bel, hâlâ sessizdi ama o da duymuştu o sözleri.
Günün ilerleyen saatlerinde…
Myra, Luneth’i bir kulübede dinlenmeye aldı. Kaen’in yaraları pansuman edildi.
Riven çocuklarla oynuyordu.
Köylülerin yüzleri hâlâ yorgun ama umutluydu.
Nellmoor… savaş sonrası yeniden nefes alıyordu.
O gece…
Ay tekrar göğe yükseldiğinde,
Arthur ellerini şöminenin taşlarına koymuş, sessizce oturuyordu.
Bel ise karşısındaydı.
Gri gözleri loş ışıkta parlıyordu.
Arthur:
“Biliyor musun… bazen, yolun nereye gittiğini bilmemek… daha çok korkutuyor beni.”
Bel, hafifçe başını kaldırdı.
Sonra gözlerini Arthur’dan kaçırmadı.
“Yolun sonu ne olursa olsun… Beraber üstesinden gelebiliriz.”
Arthur gülümsedi. Yorgundu.
Ertesi sabah
Yola çıkmadan önce Arthur, halkı selamladı.
Bel, Luneth’i taşıyacak durumda değildi artık — ama Luneth kendi kendine yürüyordu.
Vereth hiç konuşmuyordu.
Ama kılıcın parlaması, onun hâlâ orada olduğunu gösteriyordu.
Kaen, son kez köy meydanına baktı.
Sonra başını Bel’e çevirdi:
“Artık… daha dikkatli olmalıyız.”
Arthur at arabasının önüne geçti.
Toprak yol… Solentra’ya doğru uzanıyordu.
Gökyüzü hâlâ soluktu ama…
Bir yerlerde yeniden ışık doğacaktı.
At arabası yavaş yavaş Nellmoor’dan uzaklaşıyordu.
Arthur, gözlerini arabanın küçük penceresinden dışarıya dikmişti. Köyün görüntüsü giderek ufukta küçülüyordu. Derin bir iç çekti.
Bel, Arthur’un karşısında sessizce oturuyordu. Gri gözleri, arabanın ahşap zeminine sabitlenmişti. Düşünceli ve sessizdi; yaşananların ağırlığını hâlâ omuzlarında hissediyordu.
Kaen, kolundaki sargıyı kontrol etti. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
“Luneth sayesinde yaşıyoruz,” dedi hafifçe gülümseyerek. “Biraz deli ama cesur.”
Luneth, hafifçe doğruldu. Sol omzundaki ağrı hâlâ yüzünü buruşturmasına neden oluyordu.
“Bunu Vereth’e söyleyin,” diye mırıldandı Luneth. “Gerçi o şu an biraz sessiz.” Vereth, kılıfında hafifçe parladı ama sessizliğini bozmadı.
Marn, şemsiyesine yaslanarak hafifçe uyukluyordu. Dudaklarından anlaşılmayan mırıltılar çıkıyordu, sanki rüyasında bile rünlerle uğraşıyordu.
Riven, Myra’nın yanında oturmuş, gözlerini kapatmıştı. Myra’nın parmakları Riven’in saçlarını hafifçe okşuyordu. Riven huzurlu ve güvendeydi.
Myra hafifçe gülümseyerek Bel’e baktı.
“Bugün iyi iş çıkardın,” dedi nazikçe. “Herkes için zor zamanlar ama… bizi bir arada tutan şey, tam olarak bu.”
Bel başını kaldırdı ve Myra’nın gözlerine kısa bir an için baktı.
“Hepimiz elimizden geleni yapıyoruz,” diye fısıldadı Bel. Sesi yumuşaktı ama sözlerinin altında hâlâ taşıdığı gizli bir yük vardı.
Myra elini Bel’in omzuna koymak üzereyken hafifçe tereddüt etti, sonra eli havada asılı kaldı.
Myra nazikçe. Eli hâlâ havadaydı, sanki bir şey bekliyordu ama Bel sessizce başını eğdi.
Myra, hafifçe elini geri çekti. Bir şey söylemedi ama içinde tuhaf bir his yükseldi.
Arthur sessizliği bozdu.
“Solentra’ya dönüyoruz,” dedi kararlı bir sesle. “Halkımız bizi bekliyor. Her şey daha yeni başlıyor.”
Kaen hafifçe başını salladı. Luneth gözlerini kapattı, yeniden dinlenmeye çalıştı. Riven, Myra’ya biraz daha sokularak uyuklamaya başladı.
Bel, Arthur’a baktı. Bakışları buluştu. Sessizlikte saklı sözler gibiydi o bakışlar; bir gelecek vaadi, güven duygusu ve paylaşılan yükün ağırlığı.
At arabası, toprak yolu kat ederken Solentra’nın yeşil ovaları, uzaklardan yavaşça beliriyordu.
Derken…
<<Discord: @kerpetenes>>