Solentra - Bölüm 16
Solentra’da sabah sessiz başlamıştı. Ama bu sessizlik, doğanın huzurundan değil… Hissedilmesi zor bir tedirginlikten doğuyordu.
Sarayın koridorlarında bir muhafız aceleyle yürüyordu.
Elindeki parşömen titriyordu.
Kapıyı çaldı.
Arthur içeri girmesini beklemeden, sesiyle komutu verdi: “Gir.”
Muhafız, alnındaki teri silerek içeri girdi. “Majesteleri… Derren Köyü. Sınır bölgesinde.” Arthur başını kaldırdı.
Gözleri ciddiydi.
Ne bir şaşkınlık… ne de merak. Sadece sordu:
“Ne oldu?”
Muhafız bir an durdu, kelimeleri dikkatle seçti:
“Köy halkı güvende… ama merkezdeki anıt alanı tamamen yok edilmiş. Ve… bir mesaj bırakılmış.”
Arthur gözlerini kısmıştı.
O sırada Bel, sarayın arka bahçesindeydi.
Ruhlar sessizdi.
Ama… bu sessizlik tanıdık değildi. Bir şey… değişmişti.
At arabası yoldaydı.
Arthur ve Bel, Derren’e doğru ilerliyordu.
Köye gelmişlerdi.
Çocuklar onları uzaktan izliyordu.
Köylüler, selam vermeye çekiniyordu.
Ama bir anne, çocuğunu kucağına alıp eğildi:
“Sessiz ol. Kraliçe geldi.” Arthur bunu duyduğunda içi ürperdi.
Kraliçe.
Artık bu kelimeye alışmalıydı belki de.
Anıt meydanı… paramparçaydı.
Eskiden burada dört taş sütun vardı.
Her biri geçmişte bu köyü koruyan dört kahramanın adını taşırdı.
Şimdi?
Taşlar toza dönmüştü.
Sanki çekiçle değil, içeriden çürütülerek yok edilmişti.
Yerde sadece bir şey vardı.
Siyah bir taş plakaya kazınmış bir cümle: “Ben kurtarılmadım.”
Arthur eğildi.
Parmakları taşın üzerinden geçti.
Gözleri gölgede kaldı.
Ama içindeki öfke… yüzüne yansımıştı.
Bel birkaç adım gerideydi.
Ruhlar sessizce onun etrafında dönüyordu.
Bir tanesi fısıldadı:
“Burada… bir çığlık olmuş. Ama kimse duymamış.”
Arthur cevap veremedi.
Bel, ileriye yürüdü.
Kırılmış taşlara baktı.
Ve sonra başını Arthur’a çevirdi:
“Bu bir savaş değil… Bu bir yüzleşme.”
Köy halkı Arthur ve Bel’e yaklaşmaya başlamıştı.
Bir çocuk annesinin arkasından uzandı.
Arthur’a baktı:
“Siz… savaşı kazandınız mı?” Arthur bir an durdu.
Sonra diz çöktü, göz hizasına indi: “Hikâye hâlâ yazılıyor.”
Çocuk gülümsedi.
“O zaman kazanacaksınız. Çünkü gülümsemeyi bilenler kaybetmez.”
Bel hafifçe döndü.
Arthur’un yüzündeki ifadeyi gördü.
Ve ilk kez… Arthur’un gözleri bir an parladı.
O sırada, bir tepenin üzerinde X oturuyordu.
Gökyüzü griydi.
Ne yağmur vardı… ne de güneş. Sadece bekleyen bir fırtına.
Aşağıda Derren görünüyordu.
Ama o bakmıyordu.
Elinde tuttuğu şey… küçük, paslı bir kolyeydi.
Zinciri kırık.
Ucu, yıllar önce bir çocuğun ellerinde fazlasıyla sıkılmış gibiydi.
Arkasından adım sesi geldi. Ama kimse görünmedi.
X:
“Sen… bana o gün neden yardım ettin?” Ses tonunda ne öfke… ne de korku vardı.
Sadece yorgunluk.
Ses yok… Sadece bir rüzgar.
Ve rüzgâr bir fısıltıyı taşıdı.
Ama bu fısıltı kulaklarında dolaştı.
???:
“Her ışık, bir gölge yaratır.”
At arabası, tekrar Solentra’ya doğru yola çıkıyordu.
Sessizlik vardı. Ama bu kez huzursuz değil… Sorgulayıcıydı.
Arthur, camdan dışarı baktı.
Gün batımı ufku yakarken, kendi yansımasını izliyordu.
Bel gözlerini kapatmış, hafifçe geriye yaslanmıştı. Ruhlar uyuyordu.
Ama bir tanesi… hâlâ fısıldıyordu: “O çocuk, çok önce ağladı.
Ve ağlamaya devam edecek…
Ta ki biri onun adını söyleyene dek.”
<<Discord: @kerpetenes>>