Solentra - Bölüm 14
Derken… Kahramanlarımız, Solentra’ya girmişti.
Güneş, Solentra’nın taş duvarlarına altın ışıklar saçıyordu. Kapılar açıldığında, halk onları karşılamak için toplanmıştı. Yüzlerde merak, biraz kaygı, ama en çok da sevgi vardı.
Arthur at arabasından indi, arkasında diğerleri sırasıyla yürümeye başladı. Bel sonlardaydı, gözleri hâlâ düşünceliydi. Luneth artık daha iyi görünüyordu; Kaen ise yaralarını ustaca saklıyordu.
Halkın arasında yürürlerken Myra, Bel’in yanında sessizce ilerliyordu. Dikkati dağılmıştı, düşünceleri çok uzaklardaydı.
Birden Bel durdu. Ayakkabısının bağı çözülmüştü. Hafifçe eğilip bağı bağlamak istedi. Myra fark etmedi; Bel’in durduğunu görmeyip birkaç adım daha attı ve aniden omzuyla Bel’e hafifçe çarptı.
Elini refleks olarak Bel’in omzuna koydu, gözleri irkildi.
Dünya bir anda kaydı.
Gözleri kapandı. Başka bir yerdeydi şimdi.
Soğuk ve gri metal duvarlar, keskin ve metalik bir koku. Ürpertici sessizlikte yankılanan alarm sesleri… Myra, bu bedende kendisinin olmadığını biliyordu. Bel’in gözlerinden görüyordu her şeyi.
Yanında küçük bir çocuk vardı; ince, kırılgan. Gözleri yaşlı, korku içindeydi.
“Ağabey…” dedi küçük çocuk titreyerek, Bel’in koluna sıkıca tutunmuştu.
Bel’in sesi titriyordu, küçük çocuğun elini tutup koşmaya başladı.
“Korkma, buradayım.”
Bir patlama daha. Zemini salladı. Duvarlar sarsıldı. Tavandan düşen parçalar yollarını kapattı. Küçük çocuk ağlıyordu, elleri titriyordu.
“Ağabey, yardım et! Lütfen…”
Bel kardeşine elini uzattı ama tam o anda büyük bir sarsıntı daha oldu. Parmakları, küçük çocuğun parmak uçlarından kayıp gitti.
“Ağabey—!”
Çocuğun çığlığı, kalbine saplanan bir bıçak gibiydi.
Myra, Bel’in içinde yükselen çaresizliği hissetti. Kardeşini kurtaramamanın acısını, kaybın yürek parçalayan sessizliğini… Gözlerini aniden açtı.
Bel ona bakıyordu. Gözleri hafifçe genişlemişti. Myra nefes nefeseydi, kalbi hızla çarpıyordu.
“Ben… Özür dilerim, Bel… bunu görmeyi istemedim…”
Bel, gözlerini indirdi. Dudakları hafifçe aralandı ama tek kelime çıkmadı. Omuzları gerildi; elleri titriyordu.
“Önemli değil,” dedi Bel, neredeyse fısıltı gibi. Ama sesi, içinde taşıdığı acıyla yüklüydü. Sonra Myra’ya arkasını döndü ve hızlı adımlarla uzaklaştı.
Arthur olanları uzaktan izlemişti. Hızla Myra’nın yanına geldi, endişeyle sordu:
“Myra, ne oldu? İyi misin?”
Myra derin bir nefes aldı, gözlerinde hâlâ yaşların gölgesi vardı.
“Bel’in geçmişini gördüm… O kardeşini kaybetmiş, Arthur… onu kurtaramamış…” Arthur sessizce uzaklaşan Bel’in arkasından baktı. Yüzü düşünceliydi, kalbi ağırdı.
“Sana anlatmamıştı, değil mi?” dedi Myra hafifçe.
Arthur sessizce başını salladı. Dudaklarını ısırdı, derin bir nefes aldı.
“Bel hiç kimseye anlatmaz. İçinde taşır her şeyi. Bu onun yükü.” Myra hafifçe fısıldadı, gözlerinde hüzün vardı:
“O yükü yalnız taşımaması gerektiğini bilse keşke…”
Arthur’un bakışları Bel’in kaybolduğu yöne sabitlendi.
“Keşke,” diye tekrarladı sessizce. “Keşke…”
Akşam olduğunda saray biraz daha huzurluydu. Luneth, Kaen ve Marn sarayın bahçesinde, yıldızların altında oturmuş sohbet ediyorlardı.
Kaen hafifçe omzunu ovdu, yaralarını gizleyerek tebessüm etti. “Bugün biraz fazla kahramanlık yaptık galiba.”
Luneth gülümsedi. “Vereth’e sorsan, daha fazlasını yapmalıydık derdi herhalde.”
Marn, şemsiyesine yaslanarak kıkırdadı. “Kılıcının ruhunu düşünürsek, kesinlikle haklısın.”
Üçü birden güldüler. Gecenin sessizliği içinde, dostlukları daha güçlü hissediliyordu.
Biraz uzakta Myra, Riven’le oturuyordu. Riven başını Myra’nın omzuna yaslamıştı. Sessizce fısıldadı: “Bel abim bugün çok üzgün görünüyordu.”
Myra’nın gözleri hüzünle doldu, hafifçe başını salladı. “Evet, Riven. Ama üzgün olduğunda da bizim yanında olduğumuzu biliyor. Önemli olan bu.”
Bel ise sarayın arka bahçesine çekilmişti. Sessiz ve yalnızdı. Hafif rüzgâr saçlarını dalgalandırıyordu. İçinde yaşadığı duyguları sessizce kabulleniyordu.
O sırada hafif adımlarla Arthur yaklaştı. Yanında durdu, sessizce gökyüzüne baktı. Bir süre konuşmadılar. Sonunda Arthur sessizliği bozdu:
“Hiçbir zaman anlatmak zorunda değilsin, Bel. Ama bu yükü tek başına taşımak zorunda değilsin.”
Bel, Arthur’a doğru döndü. Arthur’un samimi bakışlarını görünce kalbi hafifçe ısındı. Sessizce başını salladı, sadece gülümsedi. Kelimelere gerek yoktu.
Gece ilerlediğinde Bel odasında yalnızdı. Yatağının kenarında sessizce oturuyordu. Birden, odanın köşesinde hafif bir ışık belirdi.
Işık şekil aldı; küçük, soluk bir ruh ortaya çıktı.
Ruh fısıltıyla bir şeyler söylüyordu.
Bel sakince konuştu, “Seni dinliyorum.”
“Çok uzun zamandır… yalnızım. Bir yerlerde kaybolmuş gibiyim. Beni duyabilen sadece sensin.”
Bel yumuşak bir sesle sordu: “Nasıl yardım edebilirim sana?”
Ruh titredi. “Henüz değil… Ama o gün geldiğinde senden yardım isteyeceğim. Lütfen, beni geri çevirme.”
Bel, sessizce söz verdi. “Geldiğinde seni geri çevirmeyeceğim.”
Ruh hafifçe gülümsedi. “Teşekkür ederim…”
Işık yavaşça soldu ve ruh odanın karanlığında kayboldu.
Bel pencereye doğru yürüdü. O gece sessiz bir söz verilmişti, gelecek için.
<<Discord: @kerpetenes>>