Solentra - Bölüm 7
Gökyüzü açıktı.
At arabası Solentra’nın batı yolundan ağır ağır ilerliyordu.
Tarlalardan yükselen kuş sesleri eşliğinde, sabah güneşi topraklara altın bir parıltı bırakıyordu.
Arabada üç kişi vardı: Arthur, Bel ve Kaen.
Arthur camdan dışarı bakıyordu, elini çenesine dayamıştı.
Bel gözlerini yummuştu, ama uyanıktı.
Karnındaki sargılar hâlâ acı veriyordu.
Kaen sessizdi, pelerini dizlerinin üzerinden aşağı süzülüyordu.
Hiçbiri konuşmuyordu ama hepsi bir şeyler düşünüyordu. Konseyin ardından yaşananlar… Bel’in yarası… Elyndor’un gücü… Ve en önemlisi… yaklaşmakta olan bilinmeyen.
Sarayın taş avlusuna adım attıklarında ilk görülen kişi Myra oldu.
Mavi saçları rüzgârda dalgalanıyordu, yeşil gözlerinde tanıdık bir sıcaklık vardı. Arkasında utangaçça yürüyen küçük bir figür… Riven.
Bel arabadan indiği anda Riven olduğu yerde durdu. Bir anlık duraksama… Sonra gözleri büyüdü.
Riven, aniden koştu.
Tüm gücüyle, tüm neşesiyle.
Ve Bel’in bacağına sarıldı.
Bel başta kaskatı kesildi.
Karnındaki ağrı bir an yüzünü buruşturdu ama… sonra bakışları yumuşadı.
Riven başını kaldırdı.
Bel’in gri gözleriyle karşılaştığında dudaklarında masum bir gülümseme belirdi. Hiçbir şey demedi.
Bel ise elini uzattı.
Riven’in saçlarını okşadı.
Arthur yaklaşmıştı.
Sırtını dikleştirmiş, her şeyin yolunda olduğundan emin olmak ister gibiydi.
Myra sessizliği bozdu.
Myra:
“Görünüşe göre Riven yalnızca konuşmakla kalmıyor… Ufak bir yeteneği varmış.”
Arthur şaşkın:
“Gerçekten mi?”
Riven utanarak geriye çekildi.
Elleriyle karnını tuttu, yere çömeldi. Parmaklarını toprağa bastırdı.
Sessizlik.
Sonra…
Bir yaprak kıpırdadı.
Bir diğer yaprak döndü…
Ve sonra… hafifçe havaya kalktı.
Riven gözlerini kapadı, tüm bedenini kastı.
Sanki o yaprağı kaldırmak için tüm gücünü kullanıyordu.
Ve sonra…
Riven:
“IIIIIIIIĞHHHHH!”
Yaprak havada dönüp kendi alnına çarptı. Küçük bir “pof” sesi çıktı.
Arthur kahkahasını tutamadı.
Riven suratını buruşturdu.
Myra ise hafifçe kıkırdadı.
Kaen dudak kenarını belli belirsiz kıvırdı.
Bel ise başını hafifçe yana çevirdi ama gözleriyle Arthur’u izliyordu. Arthur: “Bu… gerçekten efsaneydi.”
Riven başını kaldırdı, suratını iyice buruşturdu.
Riven: “Ben… ben sadece… biraz daha çalışırsam… daha çok yaprak kaldırabilirim!” Myra, Riven’in saçlarını okşadı.
Myra: “Elbette. Ama bu yaprakla savaşırsan, kazanmak için çok sabırlı olman gerekebilir.” Tam o anda sarayın taş merdivenlerinden ayak sesleri duyuldu. İki kişi avluya doğru yürüyordu.
İlki, Marn’dı.
Omzunda… kendisinden büyük, siyah renkli bir şemsiye taşıyordu. Kıvırcık saçları alnına geliyordu. Ancak bu sıradan bir şemsiye değildi. Kenarlarında parlayan eski rünler, kumaşın üzerinde dairesel döngüler oluşturuyordu. Her döndüğünde, rünler sanki farklı semboller alıyordu. Marn’ın gözlüğü yamuktu, ama yürüyüşü kendinden emindi.
Marn:
“Rünler hâlâ tam çözülmedi ama… açınca düşmanlar düşüyor, bu kesin.”
Şemsiyeyi savurdu, açtı — fışşşk!
Bir anda etrafına hafif bir enerji yayıldı, yapraklar havaya sıçradı.
Riven:
“Bu… yağmur silahı mı?!”
Marn (gururla):
“Rünlü Savunma ve Baskı Şemsiyesi. Kod adı: Gölge 1.” Arkasından gelen
kişi ise, Luneth’ti.
Koyu mavi bir pelerinin altından taş gibi bir zırh görünüyordu. Elinde tuttuğu şey ise… bir kılıçtı. Ama kılıç… Konuşuyordu. Kırmızı ve ortasında göz olan bir kılıçtı.
Luneth:
“Selam.”
Bel, kaşlarını çatarak kılıcın üzerindeki göz’e baktı.
Bel:
“Bu… normal bir kılıç değil.”
Luneth:
“Bilinçli metalden dövüldü. Yaşıyor. Onun adı da var. ‘Vereth.’”
Arthur:
“Kılıcın mı adı var?”
Luneth:
“Evet. Canı sıkılınca konuşuyor.” Riven gizlenerek
Myra’nın arkasına geçti.
Riven:
“O göz bana mı bakıyor?”
Marn (şemsiyesini çevirerek):
“Hiç korkma. Ben de buradayım! Şemsiye savaşı başlasın!”
Kaen:
“Lütfen… başlatmayın.”
Arthur kahkaha attı. Uzun zamandır ilk kez, saray bu kadar doğal bir sıcaklık hissettiriyordu. Luneth ve Marn, eski dostlar gibi rahat davranıyordu.
Kaen ellerini ensesine koymuş, gökyüzüne bakarak derin bir iç çekti.
Arthur, Bel’in yorgun yürüyüşünü izledi. Sargıları hâlâ vücudunu zorluyordu. Ve nihayet herkes birer birer odalarına çekildi.
Koridorlarda yalnızca rüzgârın camlara vurduğu o hafif ıslık sesi kalmıştı.
Arthur yatağına oturmuştu ama gözlerini tavandan alamıyordu.
Kafasının içi hâlâ gün boyunca yaşananlarla doluydu.
Yavaşça ayağa kalktı.
Kapıyı açtı.
Koridor sessizdi.
Birkaç adım ilerledi.
Ve… Bel’in odasının önünde durdu.
Kapı aralıktı.
Tıpkı Valdros’taki gece gibi.
Kapıyı tıklatmadan itti.
Bel pencerenin önünde oturuyordu.
Üzerinde sade bir gecelik vardı. Saçları dağınıktı ama huzurluydu. Karnındaki sargılar hâlâ belliydi.
Arthur kapıyı kapattı. Yavaşça yaklaştı.
Arthur:
“Yani… savaştan sonra bile hâlâ konuşmuyorsan…” “…senin dilini de iyileştirmek lazım.”
Bel gözlerini ona çevirdi.
Birkaç saniyelik sessizlikten sonra…
Bel:
“Sanırım… o savaşta ses tellerimi de yaktım.”
Arthur kahkaha attı. İlk defa böyle içten.
Bel başını hafif yana eğdi.
Yorgundu ama o anda… huzur vardı.
Arthur:
“Yarın daha da iyi olacaksın.” Bel: “Söz veremem. Ama deneyeceğim.”
Arthur sessizce güldü.
Bir adım attı, pencerenin yanındaki duvara yaslandı. Ay ışığı ikisinin siluetini birbirine karıştırıyordu.
Arthur:
“Gülümsediğini görmek… savaşı kazanmaktan daha iyi hissettiriyor.”
Bel hiçbir şey demedi.
Ama gözlerini kaçırmadı bu sefer.
Aralarına birkaç saniyelik bir sessizlik girdi. Sonra Arthur bir adım geri çekildi.
Arthur:
“İyi geceler… iyileşmiş kraliçe yardımcısı.”
Bel:
“İyi geceler… uykusuz kraliçe.”
Arthur kapıyı çekti.
Ama yüzünde hâlâ o gülümseme vardı.
Bel ise pencereye döndü…
Ama bu defa gülümsemeyi saklamadı.
<<Discord: @kerpetenes>>