Solentra - Bölüm 6
Vaizen’in parmakları birbirine çarpmıştı.
Ne büyü… Ne ışık… Ne bağırış.
Sadece… bir ses.
Ama o ses, savaşın kalbini parçaladı.
Bel havada donakaldı. Ruh mızrağı… bir anda kristalden toza dönüştü. Elyndor’un zinciri, ağır bir şekilde yere düştü. Bir çınlama sesi yankılandı.
Tüm kolezyum… sessizliğe gömüldü.
Vaizen ayağa kalkmadan konuştu:
“Bu kadar yeter.”
Vaizen hâlâ tahtındaydı. Ayağa kalkmadı. Ama sesi… rüzgârın ta kendisiydi.
Elyndor’un gözleri kapalıydı, ama başını hafifçe eğdi. Saygıydı bu. Bel dizlerinin üzerine indi. Yarası tekrar kanıyordu. Ama yüzünde bir yenilgi ifadesi yoktu. Sadece… yorgunluk. Tam o anda—
Ayak sesleri yankılandı.
Arthur… koltuğundan fırlamıştı. Kimse onu durduramadı.
Zeminden aşağı atladı, basamaklardan hızla indi. Pelerini arkasından savruluyordu. Gözlerinde ne korku vardı ne kibir. Sadece… o.
Bel’in önüne geldiğinde nefes nefese kalmıştı. Elleri titredi. Ama tereddüt etmedi.
İlk kez… Bel’e sarıldı.
Kolezyumda rüzgâr durdu. Zaman bile bir an bekledi.
Bel’in gözleri büyüdü. İlk kez biri… ona böyle dokunmuştu.
Ve o da… gözlerini kapattı.
Kaen, yukarıdaki yerinde kıpırdamadan duruyordu.
Bembeyaz pelerini, mor bulutların gölgesinde sanki kirlenmiş gibi görünüyordu.
Ama gözleri… Arthur’daydı.
Sarılmayı izlerken dudakları hafifçe gerildi.
İçten içe kıskanmıştı.
Fakat sonra başını hafifçe öne eğdi.
Vaizen hafifçe başını çevirdi. Elini kaldırmadan konuştu:
Vaizen:
“Bu gece… konsey toplanacak.”
“Yalnızca krallar değil, kader de konuşacak.”
Ve sonra, tahtından ayrılmadan sadece parmaklarıyla işaret etti.
Kyoju öne çıktı.
Kapüşonunun altından çıkan uzun kulaklar… küçük, zıplayan ayak sesleri.
İlk bakışta zararsız gibi görünüyordu ama…
rüzgâr bile onunla temas etmekten çekiniyor gibiydi.
İnsanlarla konuşabilen varlıklar dünyada çok görülmezdi.
Arthur’a yaklaştı.
Bel hâlâ dizlerinin üzerindeydi.
Yüzü solgundu ama gözlerinde hâlâ sönmemiş bir ateş vardı.
Kyoju:
“Onunla ben ilgileneceğim. Gece boyunca dinlenmeli. Yalnız kalmalı.”
Arthur, Bel’in yanına eğildi.
Bel gözlerini kısmak zorunda kaldı. Arthurun sarı saçları ışıkla beraber parlıyordu. “İyileş… sonra konuşacağız.” Dedi tebessüm ederek.
Bel başını salladı.
Kyoju öne çıktı.
Bir şeyler mırıldandı ve Bel bir anda havada süzülmeye başladı. Bel Kyojuyla beraber gitti derken vakit geçmişti. Gökyüzü, geceyle örtülmüştü.
Valdros’un gölgeli kubbeleri, mor bulutların altında daha da karanlık görünüyordu.
Saray, yine sessizliğe gömülmüştü.
Tavanın ortasında asılı duran siyah kristal avize, aşağıya yalnızca solgun bir ışık döküyordu.
Yuvarlak masa yeniden kurulmuştu. Her imparator… yerini almıştı.
Arthur, siyah pelerinini omuzlarından atarak içeri girdi.
Yanında, sadakatle yürüyen Kaen vardı.
Bembeyaz zırhı, taş zeminle tezat oluşturuyordu.
Ama yüzü… ciddi ve dimdikti.
Arthur’un sandalyesi masada hazırdı. Bel’in yerinde Kaen vardı.
Konuşan ilk kişi, yine Alev İmparatoru Randur oldu. Sesi tok, ama saygılıydı:
Randur:
“Gün doğarken bir savaş izledik.
Ve sanırım… artık hiçbirimiz sana ‘çocuk’ diyemeyiz, Arthur.”
Bir sessizlik oldu.
Ve ardından…
Vaizen, yerinden kıpırdamadan konuştu.
Vaizen:
“Dün… karşında gereksiz bir sertlik sergiledim.
Valdros adına özür diliyorum.” (Sustu. Ardından devam etti.) “Önceki konseyde seni dinlemedik. Ama bu gece… seni dinlemeye hazırız.”
Tüm gözler Arthur’a döndü.
Arthur başını eğdi.
Ellerini birleştirdi.
Ve ardından… başını kaldırdı.
Gözleri… mavi bir göl gibi sakindi. Ama içinde fırtınalar saklıydı.
Arthur:
“Babam öldüğünde… kimse arkasındaki kişiyi sorgulamadı.
Ama o saldırıda sadece babam değil…
Annem…
Ve halkımın masumları da can verdi.”
Bir an durdu.
Boğazı düğümlendi.
Ama gözleri nemli kaldı.
Arthur (devam):
“Bir adam vardı…
Yüzünü net göremedim.
Ama elleri… elleri kanla kaplıydı.
Ve gözlerinde… bir insanın taşıyamayacağı kadar karanlık vardı.” Kaen, omzundaki kasları sıkmıştı.
Arthur’un acısını bastırışı ona dokunmuştu.
Tam o sırada…
Yeşil Krallık İmparatoru, elini kaldırdı. İlk kez konuşuyordu.
Yeşil İmparator:
“Bahsettiğin o adamı… sanırım ben tanıyorum.” (Sesi daha da alçaldı.) “Bizim topraklarda da göründü.
Adı bilinmiyor…
Siyah geçitler kullanıyor.
Ama geldiği yerden sonra kimse sağ kalmıyor.”
Masa çevresindeki tüm nefesler tutuldu. Ve Vaizen başını hafifçe öne eğdi.
Vaizen:
“Demek ki bu konsey… sadece dostluk için toplanmadı.
Gölge… hepimizin kapısına dayanmış.”
(Sustu.)
“Sence Arthur… bu karanlığa karşı yürüyebilecek misin?”
Arthur ayağa kalktı.
Gözlerinde korku yoktu.
Sadece bir cümle söyledi:
Arthur:
“Ben… yürümeye başladım bile.”
Ve böylece bir anlaşma imzalandı.
Yeşil Krallık ve Arthur’un krallığı…
Birbirlerine destek sözü verdi.
İlk görüşme, Arthur’un topraklarında gerçekleşecekti.
Konsey toplantısı bitmişti herkes dağılıyordu.
Ertesi sabah dönmek için hazırlıklar yapılıyordu.
Arthur, Bel ve Kaen arabaya yerleşmek üzereydi. Tam o sırada Kyoju hoplaya zıplaya geldi. Elinde bir kese vardı.
Kyoju (hafif çatık kaşlarla):
“Unuttuğun bir şey var!”
Kese dolusu ilaçları Arthur’un önüne attı.
Kyoju (Bel’e dönüp ellerini beline koyar): “İlaçlarını içmeyi unutursan… …kabuslarına girerim! Tamam mı?!”
Bel gözlerini devirdi ama tebessüm etti.
Kyoju (burun kıvırarak, kollarını patileriyle bağlar, kafasını arkaya çevirir): “Ben de seni yaşatmasaydım hâlâ orada diz çöküyordun, teşekkür bile yok! Hıh!” Arthur ve Kaen kahkahayı zor tuttu.
Yola çıkmak üzere binmişlerdi. Kyoju arkalarından el sallıyordu At arabası yavaşça ilerliyordu.
Kaen dizginleri tutmuş, gözleri ufka sabitlenmişti.
Arthur, yanında oturuyordu. Bel arka kısımda, başını camdan dışarı çevirmişti. Rüzgâr saçlarını hafifçe savuruyor, yüzüne düşen güneş… onu olduğundan daha huzurlu gösteriyordu.
Arabada kelimeler yoktu.
Ama… sessizlikte bile güven vardı.
Geride kalan savaşın gölgesine rağmen…
Her biri içinde bir şey taşıyordu artık:
Bir bağ.
Bir yük.
Ve… bir umut.
Yavaşça Valdros’un obsidyen yolları arkalarında kaldı.
Gri kuleler siluete karıştı.
Ve önlerinde… kendi krallıklarının yolu açıldı.
Gök, bu kez daha açık görünüyordu.
Rüzgâr daha hafifti.
Gelecek… daha bilinmezdi.
Ama o bilinmezliğe…
Artık beraber yürüyorlardı.
<<Discord: @kerpetenes>>