The Larvas's Evolution Journey - Bölüm 4: Mavi Takipçi ve Mantar Ormanı
Bölüm 4: Mavi Takipçi ve Mantar Ormanı
Yeni bedenime alışmak, yeni bir kıyafeti giymek gibi değildi; daha çok, yıllardır suyun altında nefes tutuyormuşum da ilk kez yüzeye çıkıp ciğerlerimi doldurmuşum gibi hissettiriyordu.
Gölge Avcısı (Shadow Stalker) formu, sadece fiziksel bir değişim değildi. Dünyayı algılayış biçimimi de değiştirmişti. Eskiden mağaranın karanlığı benim için “bilinmezlik” ve “korku” demekti. Şimdi ise karanlık, bir tuvaldi. Her gölge, içine saklanabileceğim bir cep; her karanlık köşe, bir sıçrama tahtasıydı.
Dört ana gözüm, en ufak ışık hüzmesini bile yakalayıp işliyordu. Mağaranın tavanındaki nem damlalarından yansıyan zayıf parıltılar, benim için bir deniz feneri kadar parlaktı.
Arkamda garip, ıslak bir sürtünme sesi duydum.
Vıcık… Vıcık…
Durdum ve başımı (yaklaşık 180 derece dönebilen boynum sayesinde) arkaya çevirdim. Oradaydı.
Taş Kapan bitkisinin içinden kurtardığım o mavi, jelatinimsi küre. Zeminle temas ettiğinde hafifçe yayılıyor, sonra tekrar toparlanıp kendini ileri doğru yuvarlıyordu. Hızı bana yetişemeyecek kadar yavaştı ama inatçıydı.
Acaba beni “annesi” mi sanıyordu? Yoksa üzerimdeki kan ve et kokusunu mu alıyordu?
Ona doğru yaklaştım. Mavi jöle titredi, sanki korkmuş gibi büzüldü. Ön kancamı, tehditkar olmayan bir şekilde (en azından bir peygamber devesi ne kadar tehditkar görünmeyebilirse) ona uzattım ve hafifçe dürttüm.
Yumuşaktı ama beklediğim kadar sıvımsı değildi. Sert bir kauçuk gibi esnekti. Kancamın ucu derisine değdiğinde, temas noktasında hafif bir duman çıktı ve metalik bir cızz sesi geldi.
[Sistem Bildirimi]
[Asit Teması] Düşük seviyeli asit hasarı engellendi. Zırh Dayanıklılığı: %99
“Hmm,” diye hırladım. Sesim artık tamamen böceksi bir tıkırtıya dönüşmüştü. “Demek dokunanı yakıyorsun. Ama beni delebilecek kadar güçlü değilsin.”
Bu küçük şey, bir silahtan ziyade tehlikeli bir oyuncak gibiydi. Onu orada bırakıp hızla uzaklaşabilirdim. [Gölge Adımı] ile saniyeler içinde izimi kaybettirebilirdim. Ama içimdeki o hesapçı, soğuk mantık beni durdurdu.
Zindanda hiçbir şey “gereksiz” değildir. Çöp bile bir kaynaktır.
Bu şey asit üretiyordu. Ve en önemlisi, canlıydı. Canlı olması, diğer yırtıcılar için bir “hedef” olduğu anlamına gelirdi. Yani; mükemmel bir canlı yem.
“Gel bakalım, Mavi,” dedim. Ona isim vermek insani bir hataydı belki ama zihnimdeki nesneleri kategorize etme alışkanlığım baskın geldi. “Eğer bana yetişebilirsen, belki bir sonraki avdan sana da bir parça düşer.”
Yeniden yürümeye başladım. Bu sefer hızımı biraz düşürdüm. Mavi’nin o ritmik vıcık vıcık sesleri arkamdan gelmeye devam etti.
Mağaranın bu katmanı, larvaların bulunduğu “Kuluçka Bölgesi”nden çok daha farklıydı. İlerledikçe hava ağırlaşıyor, nem oranı artıyordu.
Bir süre sonra, tünel genişledi ve devasa bir yer altı boşluğuna açıldı. Gördüğüm manzara karşısında, eski Elian olsa büyülenirdi. Şimdiki Elian ise sadece analiz ediyordu.
Mantar Ormanı.
Yerden tavana kadar uzanan, bazıları bir ağaç kalınlığında, bazıları ise incecik iplikler halinde binlerce mantar. Hepsi, mor, mavi ve zehir yeşili renklerde biyolüminesans ışıklar yayıyordu. Havada uçuşan sporlar, kar taneleri gibi parlıyordu.
Görüntü güzeldi ama [Avcı İçgüdüsü] yeteneğim beynimin arkasında alarm zilleri çalıyordu.
Güzellik = Tehlike. Parlak Renkler = Zehir.
Bu orman, larvaların olduğu o çorak kayalıklara benzemezdi. Burası gerçek bir ekosistemdi. Ve bu ekosistemde ben, “F+ Rütbe” bir yaratık olarak, besin zincirinin tepesinde değildim. Muhtemelen ortalarında bir yerdeydim.
İlk kural: Görünmeden gör.
Zemine basmadım. Mantar ormanının zemini, çürümüş bitki artıkları ve muhtemelen gizli bataklıklarla doluydu. Bunun yerine, devasa bir şapkalı mantarın gövdesine sıçradım. Kancalarım yumuşak dokuya kolayca saplandı.
Tırmandım. Mantarın şapkasının altına, gölgelerin en yoğun olduğu yere sindim. Aşağıyı izlemeye başladım.
Mavi (Jöle), tünelden çıkıp ormanın girişine geldiğinde duraksadı. Sporların kokusu kafasını karıştırmış gibiydi. Olduğu yerde titredi.
Tam o sırada, sağ tarafımdaki çalılıkların (daha doğrusu liken öbeklerinin) arasından bir hareketlilik sezdim.
Sessizce başımı çevirdim.
Yaklaşık bir kedi büyüklüğünde, tüysüz, derisi yarı saydam ve pembe olan bir yaratık, burnunu havaya dikmiş kokluyordu. Bir Kör Köstebek-Sıçan kırması gibi görünüyordu. Gözleri yoktu ama burnunun ucunda yıldız şeklinde hareketli dokunaçlar vardı.
[Analiz]
Tür: Yıldız Burunlu Zindan Sıçanı Seviye: 3 Durum: Avlanıyor / Tetikte
Sıçan, Mavi’nin kokusunu almıştı. O jelatinimsi, asidik koku, bu kemirgen için “kolay yemek” anlamına geliyordu muhtemelen.
Sıçan, çalıların arasından çıktı ve sinsice Mavi’ye doğru ilerlemeye başladı.
Müdahale etmeli miydim? Hayır. İzlemeliydim. Mavi’nin ne işe yaradığını, kendini koruyup koruyamayacağını görmem gerekiyordu. Ayrıca Sıçan’ın saldırı şeklini analiz etmeliydim. Bilgi, zindandaki en değerli para birimiydi.
Sıçan, Mavi’ye yaklaşık iki metre kala hızlandı. Tiz bir ciyaklamayla atıldı. Mavi, tehlikeyi son anda fark etti (belki de yerdeki titreşimden). Olduğu yerde büzülüp kendini sertleştirdi.
Sıçan, dişlerini Mavi’nin jölemsi bedenine geçirdi. Beklediğim şey, Mavi’nin parçalanmasıydı. Ama olan şey şuydu: Sıçan’ın dişleri jöleye saplandı ama koparamadı. Mavi’nin vücudu inanılmaz derecede esnekti. Ve sonra…
CIZZZZT!
“Viik!”
Sıçan, ağzı yanmış bir şekilde geri sıçradı. Mavi’nin asidi, sıçanın hassas diş etlerini ve burnundaki o yıldız şeklindeki dokunaçları yakmıştı.
Sıçan acıyla kafasını sağa sola sallarken savunmasız kalmıştı.
“Şimdi,” dedi içgüdülerim.
Bulunduğum mantarın tepesinden, yaklaşık beş metre yükseklikten kendimi boşluğa bıraktım. Havada süzülürken [Gölge Adımı]‘nı aktif etmedim. Manamı (MP) harcamaya değmezdi. Yerçekimi ve hızım yeterliydi.
Sıçan, yukarıdan gelen hava akımını hissettiğinde çok geçti.
Ön kancalarım, bir giyotin gibi sıçanın boynuna indi. Zırhı yoktu. Sadece yumuşak, pembe deri.
ŞLAK.
Tek vuruş. Temiz, cerrahi bir kesik. Sıçanın kafası, gövdesinden ayrıldı ve nemli toprağa düştü. Beden bir süre seğirdi, patileri havayı tırmaladı ve sonra durdu.
[DİNG!]
[Düşman Öldürüldü: Yıldız Burunlu Zindan Sıçanı (Seviye 3)] [Kazanılan XP: 18]
Yere, dört ayağımın üzerine yumuşakça indim. Mavi, hala büzülmüş halde duruyordu. Üzerinde sıçanın salyaları vardı ama hasar almamış gibiydi.
“Fena değil,” dedim Mavi’ye bakarak. “Tadı kötü bir yemmişsin. Bu işime yarar.”
Sıçanın cesedini yemeye başladım. Tadı yavan ve yağlıydı. Eski hayatımda olsa, fare eti yemektense açlıktan ölmeyi yeğlerdim. Maceracıyken, kamp ateşinde geyik eti kızartır, yanına da baharatlı şarap açardık. O zamanlar “lezzet” arardım.
Şimdi ise sadece “kalori” ve “veri” arıyordum. Bu et bana enerji verecek mi? Evet. Beni zehirleyecek mi? Hayır. O zaman bu dünyanın en güzel yemeğiydi.
Yemeğimi bitirdiğimde, kemikleri Mavi’ye bıraktım. Mavi, kemiklerin üzerine yayıldı ve yavaşça eritmeye başladı.
“Hadi gidelim,” dedim. “Bu ormanın derinliklerinde daha büyük şeyler var.”
Saatler geçti. Mantar Ormanı sonsuz gibiydi.
Bu süre zarfında, zihnimdeki “insan” ve “canavar” dengesi giderek ikincisine doğru kayıyordu. Eskiden ormanda yürürken “Umarım eve dönebilirim,” diye düşünürdüm. Şimdi ise “Burası benim evim. Ve evimdeki davetsiz misafirleri temizlemeliyim,” diye düşünüyordum.
Zindana karşı duyduğum o eski öfke yerini garip bir saygıya bırakmıştı. İnsanlar yalan söylerdi. Kael bana “kardeşim” demişti ama sırtımdan bıçaklamıştı. Lonca “adalet” dağıttığını söylerdi ama rüşvetle iş yapardı.
Ama Zindan? Zindan dürüsttü. Sana “Seni öldürmeye çalışacağım,” derdi ve tam olarak bunu yapardı. Gizli ajandası yoktu. Sadece saf, ham güç ve adaptasyon vardı. Eğer zayıfsan ölürdün. Eğer aptalsan ölürdün. Ben zayıftım ama aptal değildim.
İleride, yolumuzu kesen doğal bir engel belirdi. Ormanın zemini, geniş, bulanık ve zehirli olduğu her halinden belli olan bir bataklıkla kesiliyordu. Karşı kıyı yaklaşık on metre ilerideydi.
Bataklığın üzerinde, sudan dışarı fırlamış çürük kütükler ve büyük taşlar vardı. Zıplayarak geçilebilirdi. Ama benim [Titreşim Algım], suyun altında bir şeylerin hareket ettiğini söylüyordu.
Hızlı ve küçük hareketler değil. Ağır ve kaygan hareketler.
[Analiz] yapamıyordum çünkü hedef suyun altındaydı.
Etrafıma bakındım. Mavi yanımdaydı. Bir taş aldım ve suya attım. Plop. Su dalgalandı. Hiçbir şey olmadı.
Daha büyük bir taş aldım ve kütüklere doğru fırlattım. Yine bir şey olmadı.
“Sabırlı,” diye düşündüm. “Pusu kuran bir avcı.”
Karşıya geçmem gerekiyordu. Geri dönmek, saatlerce yol yürümek demekti ve o geçtiğim yollardaki avcılar uyanmış olabilirdi.
Gözüm Mavi’ye takıldı. “Üzgünüm ufaklık,” diye geçirdim içimden. Aslında üzgün değildim. Sadece kaynak yönetimi yapıyordum.
Ön kancalarımla Mavi’yi nazikçe kavradım. Mavi, ona zarar vermediğimi anlayınca direnmedi. Onu kaldırdım. Yaklaşık bir karpuz ağırlığındaydı.
Ve onu, bataklığın ortasındaki en büyük kütüğün üzerine fırlattım.
Mavi havada süzüldü ve vıcık diye kütüğe yapıştı. Şaşkınlıkla titredi, ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Bir saniye geçti. İki saniye. Mavi hareket etmeye başladı.
Ve o an, su patladı.
Bataklığın bulanık sularından, çamur ve yosunla kaplı, uzun, kamçı benzeri bir dil fırladı. Ardından, devasa bir kurbağa başı su yüzeyine çıktı.
[Analiz]
Tür: Bataklık Pusu Kurbağası (Swamp Ambush Toad) Seviye: 5 Tehlike: Orta/Yüksek
Kurbağanın dili Mavi’ye yapıştı ve onu hızla ağzına çekmeye çalıştı. Ama Mavi, kütüğe yapışmıştı. Ve daha da önemlisi, Mavi asidikti.
Kurbağa, dilindeki yanma hissiyle acı bir “Vraaaak!” sesi çıkardı. Diliyle Mavi’yi tükürmeye, atmaya çalıştı ama yapışkan salgısı yüzünden Mavi diline yapışıp kalmıştı.
Kurbağa, acıyla suyun üzerine, kütüğün yanına sıçradı. Dikkati tamamen dilindeki o yakan jöle parçasındaydı. Bana arkası dönüktü.
“Mükemmel.”
Bunu bekliyordum. Manamı odakladım. Bedenimi saran gölgeler yoğunlaştı.
[Gölge Adımı]
Dünya bir anlığına grileşti. Sesler boğuklaştı. İlk kütüğe sıçradım. Ses yok. İkinci taşa. Ses yok.
Kurbağa hala diliyle uğraşıyor, Mavi’yi bir taşa sürterek çıkarmaya çalışıyordu.
Üçüncü sıçrayışımda, kurbağanın tam tepesindeydim. Gölge formundan çıktım. Görünürlüğüm geri geldiğinde, kurbağanın o pürtüklü, ıslak sırtına iniş yapmıştım bile.
Kurbağanın derisi, zehirli bir mukusla kaplıydı. Eğer ona dokunursam ben de hasar alırdım. Ama ona dokunmayacaktım.
Önceki avımdan, o Kristal Böcek’ten sakladığım [Kristal Boynuz]‘u, bacaklarımın arasından çıkardım. Yaklaşık yirmi santim uzunluğunda, sipsivri, sertleştirilmiş bir şişti bu.
Kendi kancalarımı kullanmak yerine, bu boynuzu iki ön uzvumla bir hançer gibi kavradım.
Ve tüm gücümle (STR 2.1), kurbağanın kafatasının hemen arkasına, omuriliğinin olduğu yere sapladım.
KIRT.
Kristal boynuz, kurbağanın kalın derisini ve altındaki kemiği delip geçti.
Kurbağa kasıldı. Bacakları sertçe gerildi. O kadar şiddetli sıçradı ki, ikimiz birden havaya fırladık ve bataklığın sığ sularına düştük.
Çamurlu suyun içinde boğuşmaya başladık. Kurbağa hala canlıydı, devasa arka bacaklarıyla tekmeler savuruyor, beni üzerinden atmaya çalışıyordu. Bir tekmesi göğüs zırhıma isabet etti.
ÇAT.
Kaburgalarımda keskin bir acı hissettim. Nefesim kesildi. HP: 38/45 -> 22/45
Tek bir darbe canımın üçte birini götürmüştü. Eğer suyun altında olmasaydık ve darbenin etkisi azalmasaydı, muhtemelen ölmüştüm.
“Öl artık!” diye hırladım suyun altında. Kabarcıklar çıktı. Elimdeki kristal boynuzu bırakmadım. Aksine, yarayı genişletmek için çevirdim.
Kurbağanın hareketleri yavaşladı. Gözlerindeki fer söndü. Ve devasa bedeni, bataklığın dibine çöktü.
Suyun yüzeyine çıktım. Nefes nefese, kütüğe tırmandım. Vücudum çamur içindeydi. Göğüs zırhımda derin bir çatlak vardı. Canım yanıyordu.
Ama kazanmıştım. Seviye 5 bir canavarı, teke tek (sayılır) dövüşte indirmiştim.
[DİNG!]
[Zorlu Savaş Kazanıldı!] Öldürülen Düşman: Bataklık Pusu Kurbağası (Seviye 5) Kazanılan XP: 80 (Seviye Farkı Bonusu) [İLERLEME: 80/100]
Neredeyse seviye atlayacaktım. Ama şu an önceliğim bu değildi.
Kütüğün üzerinde, Mavi’yi aradım. Oradaydı. Büzülmüş, sönmüş bir balon gibi duruyordu. Rengi solmuştu. Kurbağanın diliyle yaptığı mücadele ve darbeler onu hırpalamıştı.
Yanına gittim. “İyi iş çıkardın,” dedim. Normalde, işe yaramayan bir aleti atardım. Ama Mavi, az önce hayatımı kurtarmıştı. O oyalama olmasaydı, o kurbağa beni tek lokmada yutardı.
Kurbağanın cesedini sudan zorla, parça parça kıyıya çektim. En yağlı, en besleyici iç organ parçasını -karaciğerini- kopardım. Ve kendim yemeden önce, bu parçayı Mavi’nin önüne bıraktım.
“Ye,” dedim. “Onar kendini. Daha yolumuz uzun.”
Mavi, yavaşça etin üzerine kaydı. Ben de kurbağanın bacak kaslarını yemeye başladım.
O an, bataklığın kenarında, bir canavar ve bir balçık, sessizce yemeklerini yiyorlardı. Maceracı Elian ölmüştü. Zindanın Gölge Avcısı doğmuştu. Ve artık yalnız değildi.
Göğsümdeki çatlak sızlarken, zihnimde tek bir düşünce vardı: Bir dahaki sefere daha hızlı olmalıyım. Ve daha acımasız.
Zindan merhamet göstermezdi. Ben de göstermeyecektim.