Akçaağaç Yaprakları Ne Kadar Acıtır? - Akçaağaç Yaprakları Ne Kadar Acıtır?
### https://music.youtube.com/watch?v=okiuaykHZ20&feature=share birlikte gider ###
### Önbilgi = Feng Yi -> Rüzgarlık, rüzgara siper olan demek ###
Ey göz alabildiğine uzanan akçaağaç yaprakları, ona hâlâ eve gelmesini beklediğimi söylememe yardım eder misiniz?
O akçaağaç ormanında, o ağacın altında her şey bir rüya gibiydi.
Rüzgârın hafif bir esintisiyle her şey sanki hiç var olmamış gibi yok oldu.
“Jing’er, şu anda sonbaharın tam ortasındayız. Çok fazla dışarı çıkarsan hasta olabilirsin.”
Güneş ışığı tam sağda ve akçaağaç yaprakları hâlâ yerdeyken. Beyaz giysili yakışıklı bir adamdı; o benim kocam.
Ona bakarken, çok nazik ve zarifti, her zaman gülümser ve yumuşak bir tonda konuşurdu.
“Akçaağaç yapraklarının dökülmeye başladığını görmüyor musun? Hepsini süpürmezsem, küçük avlumuz yakında bu dökülen yapraklarla dolmaz mı?”
Konuşurken süpürgeyi aldım ve bir adım atıp, şefkatli bir bakışla süpürgeyi benden kaptığında avluyu süpürmeye başlamak üzereydim.
“Bırakta bunu ben yapayım. Sadece git ve odanda dinlen.”
Beni hep böyle şımartırdı, hiçbir iş yapmama izin vermezdi.
Bu yüzden sık sık onunla evlenebilmemin, önceki hayatımda biriktirdiğim iyi karma sayesinde olduğunu düşünürdüm.
Etrafı akçaağaçlarla dolu bir avluda, dünyadan izole bir şekilde yaşıyorduk. Yapacak bir şeyimiz olmadığında, birlikte avlumuzda oturur, neşeyle sohbet ederdik.
Her zaman bu avlunun çok ıssız olduğunu ve daha canlı hale getirmek için çok fazla çocuğumuz olması gerektiğini söylerdi.
Bunu her konuştuğumuzda, beni sevgiyle kucaklardı.
“Korkarım öyle olursa çok fazla acı çekeceksin, bu yüzden tek bir çocuk bile iyi olur.”
Ona her zaman hafif bir gülümsemeyle cevap verirdim.
“Neden bahsediyorsun? Acıdan neden korkayım ki? Yapabilirsem, bu küçük avlu eninde sonunda neşe ve kahkahalarla dolacak, ve bütün gün koşuşturan ve oynayan yaramaz küçük veletlerden oluşan bir grubumuz olursa bu en iyisi olur.”
Konuşmamı bitirdikten sonra, ifadesinde hassasiyet ve mutlulukla, nazikçe burnumu sıkardı.
Her zaman sadece normal bir aile olduğumuzu hissettik. Siyasete karışmadık ve saraydaki pozisyonlar için savaşmadık, bu yüzden günlerimiz oldukça durgun geçiyordu.
Ancak, sıkıntılı zamanlarda doğduğumuzu unutmuştum, bu sadece aldatıcı bir durgunluktu.
O yıl yabancı bir ülke işgale geldi. Sayısız şehri ele geçirdiler ve ülkem ağır kayıplar verdi. Birçok insan evsiz kaldı; bütün halk panik içindeydi.
Ülke tehlikedeyken, durgun günlerimizin hızla sona erdiğini fark ettim.
Hâlâ, bir sonbahar günü olduğunu ve küçük avlumuzun her köşesinin sarı akçaağaç yapraklarıyla dolduğunu hatırlıyorum.
Bir süpürge aldım ve yaprakları nazikçe süpürdüm, ama ne kadar çok süpürürsem o kadar çok yaprak dökülüyordu. Ne kadar süpürürsem süpüreyim hepsini tüketemedim.
Tıpkı gözlerimden akan yaşlar gibi.
Hala bembeyaz giyinmişti. Yüzünde hafif bir gülümsemeyle omuzlarıma nazikçe bir ceket yerleştirdi.
“Jing’er, ülke tehlikede, gitmem gerek.”
Gözlerimdeki yaşlar, boğazıma takılan kelimelerle sadece acı acı gülümseyebildim.
Düşen akçaağaç yapraklarının ardından, sesimde acı izleriyle.
“Feng Yi, burada kalamaz mıyız? Gitmesen olmaz mı?”
Daha önceki yıllarda bu küçük avluyu inşa ederken özellikle şehirden oldukça uzakta sakin bir akçaağaç ormanı seçmiştik. Bu akçaağaç ormanında sadece birkaç aile yaşıyordu, imparatorluk sarayı muhtemelen arasa bile bizi bulamayacaktı.
Neden saklanmıyorduk?
“Jing’er, beni tanıyorsun. Daha önce hiçbir şeyden kaçmadım. Üstelik ülkemiz tehlikede!”
Bir an duraksadıktan sonra konuşmaya devam etti.
“Dönecek bir evleri olmadan oraya buraya sürüklenen insanlara bak. Ülkemiz gelecekte yıkılırsa ve hala bir evi olan sadece bizsek, nasıl gönül rahatlığıyla aile kurabiliriz?”
Onu tanıyorum ve niyetlerini anlıyorum.
Asla sorumluluklarından kaçan biri olmadı ve her zaman çok kibardı. Bu yüzden onu çok sevdim.
Ama eğer giderse büyük bir tehlikeye atılacağını da biliyordum.
Böylece başımı eğdim ve sessiz kaldım; Ne diyeceğimi bilemedim.
O gün bana çok şey anlattı.
Ancak, sadece onu beklememi istediğini söylediği kısmı hatırlıyorum.
“Jing’er, gelecek yıl akçaağaç yaprakları denize dönüştüğünde geri döneceğim.” Dedi.
“Ülke istikrara kavuştuğunda, halk tekrardan huzur ve mutluluk içinde yaşamaya başladığında, herkesin mutlu bir yuvası olduğunda, bizde birbirimize yeniden sahip olacağız. Senin için geri döneceğim.”
Emin olup olmadığını sordum.
Evet, eminim, dedi.
Ben de onu küçük avlumuzdan zarflar, erzak, su ve tek bir akçaağaç yaprağıyla uğurladım.
“Bu akçaağaç yaprağı gerçekten çok güzel. Neden beni hatırlatması için yanına almıyorsun? Beni özlediğin zaman, buna bak.”
“Bu akçaağaç yaprağını bu zarfa koyacağım. Vaktin olduğunda bana mektup göndermeyi unutma.”
O zamanlar son derece saftım, ona zarflar vermenin birbirimizle irtibatımızı asla kaybetmeyeceğimiz anlamına geldiğini sanıyordum.
Giderken kaybolan sırtını izledim ve gece çökene kadar orada dikildim.
“Jing’er, ben gidiyorum. Dönmemi bekle.”
Ayrılmadan önce söylediği son sözler bunlardı.
Ve son eylemi, ayrılmadan önce burnumu şefkatle sıkmak oldu.
Onun gidişiyle birlikte sonbahar rüzgarları ve yalnızlık geldi.
Sonunda, yan komşu Xin’er beni fark etti ve odama dönmeme yardım etti. Kocası da orduya katılmak için gitmişti. Benim gibi o da küskün bir eş gibi depresyondaydı.
Her zaman kocalarımızın ülkeyi korumak için yola çıkmasının gurur verici bir şey olduğunu telkin ederek beni teselli etmeye çalışır, endişelerimden kurtulmam gerektiğini söylerdi.
Hatta yakında kesinlikle geri dönecekleri gibi şeylerde söyledi. Diyecek bir söz bulamadan sadece hafifçe başımı sallardım.
Aslında o kadar asil değildim, o kadar zarifte değildim. Ben sadece basit bir kadındım, sadece sevdiğimle huzurlu ve sakin bir hayat yaşamak istiyordum.
Ülkenin tehlikede olması veya diğer kötü şeylere rağmen, sadece sevdiklerim benimle birlikte güvende kalırsa tatmin olacağımı hissettim.
Çok bencildim.
Bu yüzden onun da benim kadar bencil olmasını ummuştum.
Ama yine de gitti.
Yaklaşık iki ay sonra ilk mektubunu aldım. Mektubun içeriği neşeli ve kaygısızdı, içimi rahatlattı.
“Jing’er, ben çoktan orduya katıldım. Benim için fazla endişelenme. Benimle birlikte askere alınan kardeşlerin hepsi çok nazik. Henüz ön saflara ulaşmadık, bu yüzden biraz duygusal hissetmeden edemiyoruz. Umarım sevgili karım endişelerini giderebilir. Geri döneceğim.”
Hafifçe gülümsedim ve kalbimdeki endişe hafifledi.
Sanki kutsal bir ilaç içmişim gibi, hafif ve ferah hissettim. Güvende ve sağlıklı olduğu sürece sorun yoktu. Güvende ve sağlıklı olduğu sürece.
Odama döndüm ve mektubu dikkatlice sakladım. O günkü yediklerim son derece lezzetliydi. Arka arkaya birkaç kase yedim, yemeğin kalbimi ve ruhumu ısıttığını hissettim.
Daha sonra, iki ay daha geçtiğinde, başka bir mektup aldım. Beklediğim gibi, o da sürekli beni düşünüyordu.
“Jing’er, dışarıdaki dünya son derece büyük. Savaş bittiğinde, kesinlikle seni görmen için buraya getireceğim. Şimdi ön cephelere ulaştık ve korkarım ki tehlike her köşede pusuya yatmış durumda. Bundan sonra eskisi kadar sık mektup gönderemeyeceğim. Beni merak etme, geri geleceğim.”
Bu sefer yumruklarımı sımsıkı sıktım ve artık eskisi kadar heyecanlı hissetmiyordum.
Kalbim sıkıştı, sadece güvende olmasını umabilirdim.
Yemek yaptım ama fazla yiyemedim. En azından bir kaç lokma yemeyi başardım.
Kesinlikle geri gelecek.
Kendime telkin edebileceğim tek şey buydu.
Savaşın alevleri içinde doğmuştuk, erken yaşlardan itibaren ikimiz de kimsesiz kalmıştık. Tanıştığımızda birbirimize güvenmeye başladık.
Ta ki birlikte aile olana kadar.
Birbirlerinden başka güvenecek kimsesi olmayan kimsesiz bir çift olmaktan geriye bir tek yalnız bir ben kaldım.
Her gün, her hafta, her ay onun mektubunu bekledim.
Yaklaşık dört ay sonra nihayet bir sonraki mektubunu almıştım.
Kalbimin derinliklerinden bir sevinç duygusu yükseldi ve yüksek sesli kahkahalar olarak ortaya çıktı.
Gözyaşlarıyla gülümsedim.
Çünkü o mektuptaki ilk kelimeler şunlardı: Biz kazandık.
Yanaklarımdan yaşlar süzülürken sadece buruk bir şekilde gülümseyebildim.
Feng Yi, geri geleceğini söylemiştin.
Yani.
Bende seni bekleyeceğim.
O gün, tüm ülke sevinçle doluydu. Patlayan havai fişeklerin sesi ülkenin her yerinden duyuluyordu.
Bizimki kadar hayalet bir yerde bile.
Yan komşu Xin’er, her gün kocasının dönüşünü beklemek için evinin önüne bir tabure yerleştirmişti.
Buruk bir gülümsemeyle kendimi her gün meşgul ediyor, çalışıyordum.
Her gün bol bol yemek yaptım, hatta özel olarak şehirden et aldım.
Günden güne, geceden geceye.
Ben de kocamın eve dönmesini bekliyordum.
Sınırlardan buraya gelmenin yaklaşık bir ay sürdüğü söyleniyordu, bu yüzden geçen ay için, hemen hemen her ev fener ve kağıtlarla süslenmişti. Yeni yıl çoktan geçmiş olmasına rağmen hala kutluyorlardı.
Gece gündüz onu düşündüm.
Sayısız kez.
Beni gördüğünde nasıl tepki verecek?
Belki de beni kucaklayabilirdi.
Belki de burnumu nazikçe çimdikleyip sonra onu özleyip özlemediğimi soracaktı.
Belkide…
Mutluluk içinde düşündüm ve düşünmeye ve hayal kurmaya devam ettim.
Böylece, o gün, bütün şehir dönen erkeklerini karşılarken, hemen hemen her avlunun girişinde ya güler yüzlü bir eş, ya yaşlılar ya da çocuklar, hepsi kocaman gülümsemelerle oturuyordu.
Muhtemelen hepsi mektup almış insanlardı, değil mi?
Ya da belki kocalarının geri geleceğini bilen eşlerdi?
Ne güzel.
Bir sürü eş sağ salim geri dönüyordu.
Ne güzel, ne güzel.
Kapımda sessizce oturdum. Uzun, uzun bir süre orada oturdum.
Neredeyse her hanenin erkekleri geri dönene ve her yerde patlayan havai fişeklerin sesi kesilene kadar. Güneş dağların arkasından batana kadar.
Ay tepeye yükseldi.
O zayıf ay ışığı vücudumda parladı ve sonbahar rüzgarı hızlandı; akçaağaç yaprakları yavaşça yere düştü.
Ah.
Yine sonbahardı.
Feng Yi, beni nasıl bu kadar bekletebilirsin?
“Jing’er, burada oturarak ne yapıyorsun?”
Xin’er aniden bağırdı. Yüzü mutluluk ve neşeyle parlıyordu. Az önce kocasının eve döndüğünü gözlerimle gördüm.
Gerçekten kıskandım.
Böyle düşündükten sonra hafifçe gülümsedim.
“Feng Yi’yi bekliyorum. Kapıyı kilitlersem içeri giremeyeceğinden korkuyorum.”
Konuşmayı bitirdiğimde, ifadem soluklaştı ve biraz keder izi sızıyordu. Gözlerimi yaşlarla dolarken yavaşça kapattım.
Elbette ne olacaksa o olacaktı.
Sadece onun “Jing’er, ateşin mi var? Feng Yi savaş alanında öldü. Vasiyetini zaten geri gönderdi, ne kadar beklersen bekle, geri gelmeyecek.”
O anda gözlerimden yağmur gibi yaşlar döküldü.
Sanki tüm umutlarım yıkılmış, kusursuz bir rüyadan uyanmışım gibi, ardından gelen sert; acımasız gerçekti!
Yuvarlak karnımı nazikçe okşadım, yine de gözlerimde yaşlarla gülümsedim.
“Kendimi kandırıyordum.”
Aslında.
Zaten biliyordum.
Elbette biliyordum.
Neden hatırlattın ki?
Neden hayallerimi yıkmak zorundasın?
Nasıl bilemem?
O gün aldığım mektup. Sadece bunun hakkında düşünmem gerekiyordu ve kelimeler sanki benliğime kazınmış gibi satır satır aklımda beliriyordu.
İlk cümle şuydu: Biz kazandık.
Ama bir sonraki cümle…
“Jing’er, korkarım seni ve çocuğumuzu görmek için geri gelemeyeceğim.”
Baraj yıkıldı ve gözyaşlarım, yanaklarımdan aşağıya doğru, bir kez daha sel oldu.
Feng Yi, bir keresinde demişti ki…
Herkesin bir gün mükemmel bir yuvası olacak.
Bu gerçek oldu.
Şu anda, sıradan insanlar barış içinde yaşıyor.
Aileleri mutlu ve mesut.
Ama bana gelince…
Artık bir ailem yok.
Hayır.
Hala eve gelmeni bekliyorum.
Akçaağaç yaprakları görmek ne kadar acı, eve dönmeyi nasıl unutursun?