Solentra - Bölüm 0
“Korku, cesaretin başladığı yerdir Arthur.”
Küçükken o cümleyi bir oyun gibi dinlerdim.
Ama şimdi, o cümle… içimde kan gibi dolaşıyor.
Sarayın duvarları sessizdi ama o gece içimde bir şey haykırıyordu.
Televizyon açıktı.
Haberler, normalde sadece arka planda gürültü yapardı ama bu kez… her kelime kan gibi akıyordu.
“–Saldırgan yalnız hareket etti. On yedi bina yok edildi. Kahramanlar olay yerine geç ulaştı. Sivil kayıplar artıyor…”
Ekranda toz, duman ve yangın arasında bir silüet belirdi.
Uzun siyah saçları rüzgârda savruluyor, zincirli pelerini ayak bileklerinden sürünüyordu.
Omzuna kadar kapalı koyu zırh, gövdesinde siyah aurayla parlıyordu. Yüzü net değildi ama… gözleri. O gözler…
Kızıl. Korkunç. Kana susamış.
Bakışları, ekrandan taşıyor, ruhuma saplanıyordu. Sanki benimle göz göze gelmişti. Ve ben… kıpırdayamıyordum.
Ben Arthur.
Kraliyet tahtının tek varisi.
Prensesim, evet. Ama bu masal değil.
Çünkü o gece, ekranda gördüğüm adam…
Dünyanın ne kadar karanlık olduğunu bana hatırlattı.
“Arthur.” diye bir ses geldi.
Babam içeri girdi.
Her zaman dimdik dururdu ama bu kez… omuzları çökmüş gibiydi.
“Kapat şu televizyonu. Bu görüntüler sana göre değil.”
“Bu dünya bana göre değilse,” dedim, “onu bana göre hale getirmeliyim.”
Artık eğitim alıyordum.
Kılıç. Strateji. Güç kullanımı.
Ama benim gücüm… yok gibiydi.
Ben savaşmak için değil, liderlik için doğmuş gibiydim. Ya da öyle sanıyordum.
Aynı zamanlarda, başka bir yerde…
Bembeyaz bir odada, Bel adında bir çocuk tek başına yaşıyordu.
Gözleri griydi, saçları kar beyazı. Konuşmazdı. Hissetmezdi.
Ailesi onu para karşılığı satmıştı.
Ruhları görmeye başladığında kimse onu anlamamıştı. Ve o da kimseyle konuşmamaya yemin etmişti.
O gece…
Sarayın temelleri titredi.
“İSYAN ORDUSU GELİYOR!” diye bağırdı biri. Ama bir ordu yoktu. Sadece bir kişi.
Ben onu tanıyordum. O gözleri…
Ekrandaki adam. X.
Annemle babamın yanına koştum. Ama geç kaldım.
Kapı açıldığında…
Annem bana döndü.
“Arthur! Kaç! Arkana bakmadan ka—”
Kafası vücudundan ayrıldı.
Gözlerim büyüdü.
Kalbim durdu.
Ayaklarım yere çakıldı.
Babam diz çökmüştü. X yaklaşıyordu.
Ben kılıcımı çektim.
Bağırdım.
Üzerine atıldım. Vurdum.
Boşluk.
Tekrar vurdum.
Yine boşluk.
X:
“Gücün… yetersiz.”
“Senin vuruşların bile kendini inandıramıyor.”
“Baban bir katildi. Benim ailemi ve binlercesini yok etti. Eğer onun gibi bir kral olacaksan… Ölüm senin için bile bir lütuf olur.”
Elini kaldırdı.
Bir portal açıldı.
Sadece fiziksel değil, zihinsel bir boşluktu bu. Ve ben… sarayın dışına fırlatıldım.
Yerdeydim.
Titriyordum. Ağlıyordum.
“HAYIRRR!”
Koşmaya başladım.
Duvardan geçmem gerektiğini düşünmedim. Sadece geçtim.
Hiç takılmadan.
Hiç düşünmeden.
Duvar beni engellemedi.
Çünkü artık… gücüm uyanmıştı.
Taht odasına vardığımda…
Annemin ve babamın cesetleri yan yana yatıyordu. X arkasını dönmek üzereydi.
Yerdeki kılıcı aldım.
Tüm öfkemle, sessizce…
Arkasına sapladım.
X sadece dönüp baktı. “Geç kaldın.” Ve yok oldu.
Omzuma bir el dokundu.
Soğuk.
Titrek.
Ama huzurlu.
Dönüp baktım.
Beyaz saçlı, gri gözlü bir çocuk. Yüzünde sahte bir tebessüm.
“Her şey… geçecek,” dedi.
Ben ona sarıldım.
Ağladım.
İlk defa birini hissettim.
**Aileni hiç görememek mi daha kötüdür…
…yoksa onların yok oluşunu izlemek mi? **
Belki de… ikisi de aynı acıya çıkar.
<<Discord: @kerpetenes>>