Solentra - Bölüm 10
Taşın üstünde tek bir cümle kazılıydı:
“Bu sadece bir başlangıçtı.”
Rüzgâr sustu.
Kimse konuşmadı.
Herkes ne anlama geldiğini hissetti… ama kimse dile getirmedi.
Aradan bir ay geçti.
Vigeren… hâlâ yara içindeydi ama artık yalnız değildi.
Solentra’dan gelen yardım kervanları bir bir girmeye başlamıştı.
Riven ve Myra’da yardım için gelmişlerdi
Gün doğarken, taş sokaklardan odun taşıyan çocuklar koşuşturuyordu.
Solentra askerleri duvar onarıyordu.
Kadınlar yemek kazanlarına malzeme taşıyor, yaşlılar avluya sandalyelerini diziyordu.
Almira ve Berron kutuları taşıyorlardı.
Luneth, yarası tamamen iyileşmiş ve yıkılmış bir dükkânı onarmaya çalışıyordu. Vereth — konuşan kılıcı — beline asılıydı.
Vereth: “Kan… kan istiyorum. Bir savaş daha… küçük bir çatışma bile olur…?”
Luneth iç çekti:
Luneth: “Sana geçen hafta da söyledim. Hayır.”
Vereth: “Ama bu sefer… sadece bir tırmıkla bile yetinirim!”
Luneth: “Hayır! En son süte bile kan dedin!”
Vereth: “Kanın beyaz hali! Bırak savaşayım!!”
Luneth (yumruğuyla kabzasına vurur): “SUS VERETH!” Vereth:
“Ne kadar vurursan vur, susmayacağım!”
Etraftaki çocuklar kahkahaya boğulur.
Bir kız çocuğu Luneth’e yaklaşır:
“Amca, kılıç sana mı komut veriyor, sen mi ona?”
Luneth elini kafasının arkasına götürür ve başını düşürür: “Bu tartışmalı bir konu.”
O sırada Marn bir ağacın gölgesinde şemsiyiyle oturuyordu.
Etrafında çocuklar toplanıp şemsiyeye bakıyordu.
Rünler hafif hafif parlıyor ve her seferinde sanki değişiyor gibiydi.
Yaşlı bir kadın, elindeki çanağı yere düşürüp çatlatmıştı. Gözlerinde umut yoktu.
Bel sessizce yanına yaklaştı.
Elini çanağın üzerine uzattı.
Gözlerini kapadı.
Ruhlar… avuç içinden dairesel bir çizgide döndü.
Işık, çatlaklara yayıldı.
Beyaz bir buğu içinde, çanağın çatlakları yavaşça birleşti. Sonra… ruhlar usulca dağıldı.
Kadın ağlamaklı bir gülümsemeyle konuştu: “Bunu… çocukken annemden almıştım.” Bel, hafifçe başını eğdi.
Hiç konuşmadı. Ama çanaktan yayılan huzur… her şeyi anlatıyordu.
Bir düzine genç, meydanda sıraya dizilmişti. Kaen önlerinde, kılıcını yere saplamıştı.
Kaen: “Disiplin, her şeyden önce gelir.”
“Eğer adım atarken göğsün yere değil göğe bakarsa, kaybedersin.”
Gençlerden biri konuştu: “Peki ya korkarsak?”
Kaen gözlüğünü düzeltti, kısık bir gülümsemeyle cevap verdi: “O zaman… korkunu dizginleyecek kadar dik dur.”
Riven kutu taşıyordu.
Suratı asıktı:
“Büyümek zorunda mıyım? Küçükken her şey daha kolaydı…” Myra gözleri kapanarak güldü.
Ardından Bel yaklaştı ve
“Büyümek… birini koruyabileceğini fark etmekle başlar. Hazır olduğunda olur.” O sırada köylüler arasında fısıldaşıyorlardı.
“Beyaz pelerinli adam… çocukları eğitiyor.” “Solentralı erkek… ruhlarla çanak tamir etti.” “Onlar sadece kahraman değil. Bizden birileri artık.”
Thalric, bir köşede duruyordu.
Solentra halkını izliyordu.
Bir an, Bel’e baktı.
Kadının çanağı onarışı… onun bile içini yumuşatmıştı.
Sonra gözlerini Arthur’a çevirdi.
Arthur, halkla konuşuyordu.
Yaraları olmayan bir kraliçeye benziyordu.
Ama kalbinde izler hâlâ duruyordu.
Thalric (iç ses):
“Ben buraya korkuyla geldim. Ama onlar… buraya cesaretle yürüdü.”
Saatler geçmişti.
Akşam olmuştu.
Vigeren’in sokakları ilk defa huzurla dolmuştu.
Solentradan gelenler ve Vigerenliler beraber bir meydanda toplanmıştı. Ağaç dallarına fenerler asılmış, çocuklar şarkı söylüyordu.
Arthur, bir köşede halkı izliyordu.
Yüzünde sessiz bir mutluluk vardı.
Yanına Riven yaklaştı.
Riven, ellerinde iki tabak tutuyordu.
Riven:
“Bu… sanırım kızarmış pancar.”
“Hangisini istersin? Sağdaki biraz yamuk ama daha sıcak.”
Arthur başını eğip gülümsedi. “Sıcak olan”
Bel, o sırada sahnenin diğer ucunda küçük çocuklarla konuşuyordu. Onlara ruhların hikâyelerini anlatıyordu. Ama çocuklardan biri sordu:
Çocuk:
“Peki ruhlar korkar mı?” Bel durdu.
Bir an düşündü.
Sonra hafifçe gülümsedi:
Bel:
“Sadece… korumaya çalıştıkları biri zarar gördüğünde.”
Çocuk bir şey anlamadı ama başını salladı.
Bel arkasını döndüğünde Arthur’un ona baktığını gördü.
İlk kez göz göze geldiler — kalabalığın arasında, sessiz bir çizgi gibi.
Ama konuşmadılar.
Çünkü bazı bakışlar zaten cümleydi.
Luneth ise sessizce bir köşede oturuyor, Vereth ile tartışıyordu:
Vereth:
“Ne demek savaş yok? Savaş istiyorum, savaş!” Luneth:
“Sus yoksa seni gümüş kaşığa çeviririm!” Çocuklar yine kahkahaya boğuldu.
Thalric, bir tezgâhtan sıcak şarap alıp halkın arasına karıştı.
Bu sefer… üzgün bir kral değil, kalabalığın içinde bir adam gibiydi.
Akşam pazarı sona ermişti.
Fenerler sönüyor, sokaklar boşalıyordu.
Çocuklar kucaklarda uyuyor, büyükler çaylarını içiyordu.
Savaşsız geçen bir ayın yorgunluğunda, herkes bir anlığına insan gibi hissetmişti.
Arthur, kalabalıktan uzaklaştı.
Adımları sarayın arka tarafındaki sarmaşıklarla kaplı taş merdivenlere yöneldi. Hafifçe gıcırdayan kapıyı açtı ve… çatıya çıktı.
Rüzgâr saçlarını savurdu.
Omuzlarındaki yük, o gece bir anlığına hafifledi.
Dizlerini karnına çekti, kollarıyla sardı kendini.
Yalnızdı.
Ama… yalnız olmak, terk edilmişlik değildi bu kez. Sadece düşünmekti. Sadece… hissetmek.
Adımlar…
Hafif ama tanıdık.
Arthur başını çevirmedi. Kimin geldiğini biliyordu.
Bel, çatının kenarına gelmişti.
Sessizce yanına oturdu.
Ay ışığı, onun beyaz saçlarını yumuşak bir halka gibi çevrelemişti.
İkisi de konuşmadı.
Sadece… oturdular.
Savaşların, yeniden inşa edilen şehirlerin, halkın dualarının… artık arka planda kaldığı bir an.
Arthur nihayet konuştu.
Sesi, gökyüzü kadar sakin ama bir o kadar yorgundu:
Arthur:
“İnsanların gözündeki ışık… kolay sönüyor.”
Bel, bir an gözlerini kapattı.
Derin bir nefes aldı.
Sonra başını hafifçe Arthur’a çevirdi:
Bel:
“Senin ışığın… başka ışıkları da yakabiliyor.”
Arthur utandı.
Ama bir şey demedi. Sadece hafifçe güldü. Bel de.
Bel gözlerini gökyüzüne çevirdi.
O gece beraber yıldızları seyrettiler.
Ay, Solentra ve Vigeren’in üstüne eşit düşüyordu.
Çünkü o gece… bir halk değil, iki halk huzurla uyuyordu.
<<Discord: @kerpetenes>>