Solentra - Bölüm 2
Büyük salonun havası ağırdı.
Tavandaki eski zincirli avizeler titrek alevler eşliğinde gölgeleri duvarlara dans ettiriyor, kırık camlardan süzülen sabah ışığı taş zemine usulca düşüyordu.
Arthur masanın başındaydı.
Altın sarısı saçları sabah ışığına yakalandığında, sanki başında görünmez bir taç varmış gibi parlıyordu.
Masmavi gözleri, bir bir kahramanlara odaklanıyor, sonunda bir noktada sabitlendi. O isim… Sable.
Sable’ın üzerinde mor-tungsten alaşımlı özel zırhı vardı.
Zırh, her ışık darbesinde başka bir yüzünü gösteriyor, tehdit gibi parlıyordu.
Kıvırcık mor saçları alnına düşmüş, gözlerini gölgede bırakmıştı. Ve o gözler, Arthur’a yukarıdan bakıyordu.
Sable (alayla):
“Bir çocuğun arkasından mı yürüyeceğiz?
Krallık düştü. Taht yandı.
Ama sen hâlâ bu odada kraliçeymiş gibi oturuyorsun, Arthur. Kimsin sen?”
Arthur cevap vermedi.
Yumruklarını dizlerinin üzerinde yavaşça sıktı.
Ama o anda yanındaki Bel konuşmadı.
Konuşmadı ama bakışları, Sable’a saplandı.
Bel’in kısa beyaz saçları alnına dökülmüş, gri gözleri buz gibi Sable’a kilitlenmişti.
Sessizdi ama içinde bir çığlık taşıyordu.
“Arthur’a saygı duymuyorsan… beni karşına alırsın,” diyordu sadece o bakış.
Sable, o bakışlardan rahatsız oldu.
Bir an göz göze geldi.
Ve hemen başını çevirdi.
Arthur, derin bir nefes aldı.
İçinden yalnızca bir kelime geçti: “Teşekkür ederim.”
Gerginliği kaldıramayan bazı kahramanlar da ayağa kalktı.
Kimisi Sable’ın yanında saf tuttu, kimisi sessizce salonu terk etti. Ve sonunda o devasa salonda sadece iki kişi kaldı:
Arthur ve Bel.
Tavandaki zincirli avize yavaşça dönüyordu.
Mum alevleri, taş duvarlara titreyen gölgeler çiziyor, zamanın ağırlığını hissettiriyordu.
Arthur başını Bel’e çevirdi.
Arthur (kısık sesle):
“Neden… bana inanıyorsun?”
Bel hiç tereddüt etmeden ona yaklaştı.
Omuz hizasına geldi.
Ve gözlerini ayırmadan cevap verdi:
Bel:
“Çünkü seni ilk gördüğümde… ağlıyordun. Ve o an, ben ilk kez birinin ruhunu görebildim.”
Arthur’un kalbi sıkıştı.
Bir şey söylemek üzereydi ki…
Kapı hızla açıldı.
Soğuk hava içeri doldu.
Kapının eşiğinde, nefes nefese bir haberci belirdi:
Haberci:
“Kuzeyde bir köy…
İnsanlar aynalarda kendilerini göremiyor… Bazıları ise hiç uyanmıyor… Geceleri gölgeler… hareket ediyor!”
Arthur, Bel’e baktı. Bel başını eğdi.
Arthur:
“Yola çıkıyoruz.”
Ertesi sabah, gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı. Sarayın avlusunda iki at hazırlanmıştı.
Arthur, zırhını sessizce kuşanırken Bel bir şey demeden eyerini kontrol ediyordu.
Hiç konuşmadılar.
İkisi de hazırlanıyorken.
Arthur: Sence hazır mıyım bel
Bel, gri gözleri hafif kısılarak, tebessümle başını onaylarcasına salladı. İleride köy görünüyordu artık. Köye doğru ilerlemeye devam ettiler.
Köye vardıklarında hava boğucuydu.
Hiç rüzgâr esmemesine rağmen, perdeler hareket ediyordu.
Kapılar kapalı, pencereler kararmıştı.
İnsanlar konuşmak yerine göz temasından kaçınıyorlardı.
Bir yaşlı kadın kırışmış yüzü ve yaşlı gözleriyle ellerini ovuşturarak yaklaştı:
“Bir gece… oğlum uyanmadı.
Bedeni sıcaktı ama… ruhu yok gibiydi.” Bir çocuk arkadan fısıldadı:
“Aynaya bakınca bir çift göz gördüm. Ama bana ait değildi…”
Arthur derin bir nefes aldı. Gözlerindeki korku hissedilebiliyordu.
İlk düşmanları görünmeyen bir düşmandı, hazır olması gerekiyordu.
Bel köye girer girmez bir gariplik olduğunu fark etti…
Ruhlar…
Ruhlar huzursuzlardı ve bu Bel’i de rahatsız etmişti.
Köydeki sessizlik ağırdı.
Aynalardan biri çatlamıştı. Arthur ona doğru eğildi.
Ve… kendi yansımasını görmedi.
Bir çift göz.
Aynanın camı bir anda simsiyah oldu. Ve sonra tüm dünya… karardı.
Gözlerini açtıklarında kendilerini gri, kuru ve sadece kütükleri olan ölmüş ağaçlarla çevrili bir düzlüğün ortasında buldular.
Gökyüzü mor ve siyah dalgalarla kıvranıyordu. Zemin çatlamıştı.
Bel, Arthur’un hemen yanındaydı. İkisi de tetikteydi.
Karanlığın içinden Sable yürüyerek geldi.
Zırhı yerle temas ettikçe toprak titriyordu. Her adım… bir deprem gibiydi.
Sable:
“Bu tahtı sen haketmiyorsun, evinde oturan küçük bir kız çocuğundan farkın yok. Hakkım olan tahtı almaya geldim yıllardır bu anı bekliyordum.”
Gölgeler Sable’ın etrafında yılan gibi dönmeye başladı.
Arthur bir adım öne çıkarak.
Arthur:
“Sable sen… Sen babamın en iyi arkadaşıydın. Kraliyete ve halka yaptığın bu ihanet karşılıksız kalmayacak.” Dedi kaşlarını çatarak
Kılıcını kınından çıkarttı. Sol ayağını hafif kırarak pozisyon aldı.
O sırada Bel sessizce öne geçti.
Dimdik bir şekilde Sable’nin karşısında duruyordu.
Arthur, Bel’in sırtına bakakaldı.
Bembeyaz kısa saçları rüzgârsız havada hafifçe dalgalandı.
Gri gözleri Sable’a kilitlendi.
Elini yana açtı.
Ve orada… boşluktan doğan bir ruh parçası, sarmal şeklinde dönerek avucunda mızrağa dönüşmeye başladı.
Ruhlar çevresinde dairesel bir hat çiziyordu. Bel sadece fısıldadı:
“Bana gücünüzü verin, Ruh mızrağı.”
Sable (gülerek)
“Başkalarından yardım alarak nereye kadar savaşabilirsin. Kaderine teslim ol!”
Diye bağırarak gölgelerden kendi klonlarını oluşturmaya başladı hepsi de Sable’nin aynı mithril zırhını taşıyor aynı mor kıvırcık saçlarında cüsseli bir adamdı.
Sable sinsice Arthur’un arkasında belirdi. Arthur klonu farketmedi.
Bel hemen kalkan oluşturarak Arthur’un arkasına atladı.
Ancak bu bir klondu.
Gerçek saldırı Bel’in silahsız tarafından, sağından geldi.
Bir darbe…
Ve Bel’in göğsü kanla ıslandı.
Sendeledi ama ayakta kaldı.
Gri zırhından yere akan damla damla kan.
Arthur bağırarak
“BEL!”
Arthur irkildi ama bu kez panik yoktu. Derin bir nefes aldı.
Yüzünde kararlılık vardı.
Arthur:
“Bel! Sol hattı tut!
Gerçek olana erişmemiz gerek!”
[Liderlik – Zincir ve Son Vuruş]
Bel, yaralı olmasına rağmen yere bastı.
“Form… Ruh Zinciri.”
Zincirler yerin altından çıkıp Sable’ın bedenine dolandı.
Sable sendeledi. Sanki koskoca zırhıyla yere devrilecek ve dünya ikiye yarılacakmış gibi. Arthur öne atıldı. Kılıcını iki eliyle tutarak var gücüyle Sable’ye saldırdı
Sable savunacağından çok emin bir şekilde saldırıyı bekliyordu.
Saldırı geldi fakat Arthur Sable’nin içinden geçip arkasından çıktı.
Ani bir hareketle dönerek sablenin karnına kılıcı sapladı.
Ve sonra Sable dizlerinin üzerine çöktü. Ağzından kanlar fışkırmıştı. Zırhı yere değdiğinde, toprak sarsıldı.
Toz yükseldi. Sanki zaman durmuş gibiydi. Ve savaş… sona erdi.
Bel ağır adımlarla yaklaştı.
Elini Sable’ın omzuna koydu.
“Savaşmak zorunda değilsin artık…”
“Artık özgürsün.”
Ve gölgeler dağılırken…
Sable’ın gözlerinden bir damla süzüldü.
Kapanan gözleriyle birlikte savaş sona erdi.
Gece gökyüzü açılmıştı.
Yıldızlar birer birer çıkıyor, ay hilal gibi gökyüzünde süzülüyordu.
Arthur ve Bel, bir kayanın üstünde yan yana oturuyordu.
Sessizce.
Yalnızca rüzgâr vardı.
Bel, göz ucuyla Arthur’a baktı.
Onun masmavi gözlerine… birkaç saniye ama sanki saatlerce bakmıştı… Arthur başını çevirdi, gülümsedi.
Ama hemen ardından…
Utanarak başını başka yöne çevirdi.
Hiçbir kelime söylenmedi. Ama her şey söylenmişti.
Sonra birlikte gökyüzüne baktılar. Aynı ayın altında… Sessizliğin içinde kayboldular.
<<Discord: @kerpetenes>>