KANLI TAHTIN VARİSİ - Bölüm 1
KANLI TAHTIN VARİSİ
Özgürlüğün bedeli, kaçamayacağın bir gerçekliğin gölgesinde yaşamaktır. Ne kadar uzağa gidersen git, ait olduğun yer hep seni bulur.”
Rikanymore
Bölüm 1: New York’ta Bir Soluk
Sabahın erken saatlerinde New York, bir kez daha sonsuz hareketliliğiyle uyanıyordu. Pencereden dışarı bakarken, şehrin hızla koşan insanlarını izledim. Herkesin bir yere yetişmesi gerekiyordu, tıpkı benim gibi. Üniversite hayatı, her gün aynı ritmi dayatıyordu: dersler, sınavlar, arkadaş buluşmaları. Sıradan, güvenli, monoton. Bu düzenin içinde kendimi ne kadar rahat hissetsem de, içimde bir şeylerin eksik olduğunu biliyordum.
Adım Karen Lorenzo. New York’taki herkes için basit bir üniversite öğrencisiyim. Hiç kimse, ismimin ardında İtalya’daki o karanlık geçmişi bilmiyor. Babamın, Lorenzo ailesinin başındaki adam olduğunu bir kez bile anlatmadım. Babam beni bu dünyadan uzak tutmak için doğduğum andan itibaren Amerika’ya göndermişti. İtalyan kökenlerim ve ailemin tarihi hakkında bilmem gereken her şeyden uzağım. O yüzden, bu sıradan hayat bana kaçış gibi geliyor.
Ama bazen, kendi içimde ne kadar kaçsam da, geçmişten kurtulamayacağımı hissediyorum. Babamla aramdaki mesafeyi sorgulamamaya çalışıyorum. O, bana hiçbir zaman yakın bir baba olmadı. İtalya’dan gelen seyrek telefonlar, özel günlerde postalanan pahalı hediyeler dışında, çocukluğumda bile yanımda olmadı. Babamı tanımakla, bir yabancıyı tanımak arasında hiçbir fark yoktu benim için. Tek fark, o yabancının Lorenzo soyadını taşıyor olmasıydı. Ve bu soyad, İtalya’da pek çokları için korku ve saygı uyandıran bir isimdi.
Bir yandan babamın beni koruma isteğini anlıyordum. O dünyadan ne kadar uzak olursam, o kadar güvende olacağımı düşündü herhalde. Ama diğer yandan, sürekli bir eksiklik hissiyle yaşıyordum. Lorenzo soyadını taşıyan bir adam olarak, kendi ailemi ne kadar tanıyordum ki? Babamın işlerini bilmediğim gibi, neden beni bu kadar uzak tuttuğunu da bilmiyordum. Tek bildiğim, bu mesafenin beni bir tür huzurla doldurduğuydu.
Fakat bu huzur uzun süre devam etmeyecekmiş gibi hissetmeye başlamıştım. İtalyan kökenlerim hakkında düşündükçe, bu şehirdeki huzurlu hayatımın pamuk ipliğine bağlı olduğunu fark ediyordum. Babamın son telefonunu hatırladım. “Karen, her şey yolunda mı?” diye sormuştu. Babamın sesi her zamanki gibi ciddiydi ama o gün, o soruyu farklı bir tonla sormuştu. İçimde, nedenini anlayamadığım bir huzursuzluk yükselmişti. Ben ise, bu huzursuzluğu görmezden gelerek basit bir cevap vermiştim: “Evet, baba. Her şey yolunda.”
Şimdi geriye dönüp bakınca, o konuşmanın ardında bir şeylerin ters gittiğini fark ediyorum. Ama o an, bunu görmemek işime gelmişti. New York’taki üniversite hayatım, bana ait olan tek şeydi. Burada kendimi özgür hissediyordum. Hiçbir sorumluluk, hiçbir tehdit yoktu. Lorenzo soyadının ağırlığı burada üzerimde değildi.
Sabahın o soğuk, solgun ışıklarıyla birlikte zihnimden sıyrılıp gerçeğe döndüm. New York’un hızla akıp giden ritmi beni içine çekerken, anlık bir boşluk hissi kapladı içimi. Derin bir nefes aldım ve mutfağa doğru yürüdüm. Gün başlamıştı, her zamanki sıradanlığıyla.
Küçük, sade mutfağımda, biraz kahve ve birkaç yumurtayla hızlı bir kahvaltı hazırlamaya başladım. Kahve makinesinin tıngırtısıyla birlikte evin sessizliği bozuldu. Tavan arasından gelen güneşin hafif ışığı, mutfak tezgâhına vururken gözlerim kahvenin üzerinde dolaşıyordu. Sabahın dinginliğini hep sevmişimdir. New York’un kalabalık ve kargaşalı atmosferinin aksine, burada, kendi evimde, bir an olsun sükûnet buluyordum.
Yumurtalar tavada cızırdarken, kendi kendime basit bir düzenin rahatlığını düşündüm. Bu küçük mutfakta, dışarıdaki kaostan uzak, kendimi güvende hissetmek güzeldi. Babamın dünyasından kaçmak belki de bana bir fırsat vermişti; sıradan olabilmek için, sadece bir üniversite öğrencisi olabilmek için. Tabakta dizili yumurtalar, kahvemin yanında yerini aldı. Yavaşça kahvaltımı yaparken, önümde uzanan günü planlamaya başladım.
İçimdeki o karmaşayı geride bırakarak, önümdeki gerçekliğe odaklandım. Kahvaltı bitmiş, gün başlamıştı. Masadaki boş bardağı lavaboya bırakıp, bilgisayarımın başına geçtim. Üniversitenin bitmek bilmeyen ödevleri arasında kaybolmuş bir sabah daha beni bekliyordu. Gözlerimi ekrana sabitledim ve birkaç saat boyunca bu sıradanlık içinde kaybolmama izin verdim. Bu anlar, dünyanın geri kalanını unutabilmem için bir bahaneydi belki de. Klavye tıkırtısı arasında kaybolurken, zamanın nasıl geçtiğini fark etmedim bile.
Sonunda ödevi tamamladığımda, öğle vakti yaklaşmıştı. Kafamı kaldırıp saate baktım. Evden çıkma zamanı gelmişti. Montumu omzuma atıp anahtarları aldım ve dışarı çıktım. New York sokaklarına adım atar atmaz, şehrin canlılığı bir kez daha etrafımı sardı. Hızla yürüdüm, sokaklarda yankılanan korna sesleri ve insan kalabalığı içinde otoparka doğru ilerledim.
Gözüm, köşedeki eski Mustang’e takıldı. O, İtalya’dan kalan tek mirasımdı belki de. Babam, bana bu arabayı on sekizime bastığımda göndermişti. Klasik bir 1967 model Mustang. O kadar eskiydi ki, modern arabaların yanında antika gibi duruyordu, ama benim için farklıydı. Sanki ailemle aramda sessiz bir bağ gibiydi. Her seferinde onu sürerken, İtalya’daki köklerime biraz daha yaklaştığımı hissediyordum.
Anahtarı çevirdim, motorun derin ve güçlü sesi yankılandı. Gözlerim ön cama odaklanırken, zihnim bir anlığına dağılmış geçmiş anıların arasında gezindi. Ama hemen toparlandım. Yola çıktım ve şehrin yoğun trafiğine karıştım. Okul, birkaç kilometre ötede, her sabah olduğu gibi aynı mesafedeydi. Kampüs kapısına geldiğimde, Mustang’i park ettim ve motoru susturdum. Bir süre direksiyonun başında sessizce oturduktan sonra arabadan inip sırt çantamı omuzladım. Arabadan indikten sonra kampüsün geniş avlusuna doğru yürümeye başladım. O sırada gözüm hemen uzakta duran bir gruba takıldı. Her zamanki yerlerinde bekliyorlardı. Daha yaklaştıkça seslerini duyabiliyordum, gülen ve şakalaşan arkadaşlarım… Onlar, bu şehirde kendimi gerçekten ait hissettiğim nadir insanlardandı.
İlk olarak gözüme Theo çarptı. Theo, gruptaki en uzun ve iri olanımızdı. Kıvırcık koyu kahverengi saçları ve sürekli gülümseyen yüzüyle neredeyse hiç ciddiye almadığım biriydi. Ancak onun alaycı mizah anlayışı, genellikle içinde gizli bir zekayı da barındırıyordu. Zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, hiçbir zaman bunu ön plana çıkarmazdı, bu yüzden herkesle kolayca anlaşırdı.
Yanında, elinde sürekli kitap taşıyan Alice vardı. Kısa kestane rengi saçları ve geniş çerçeveli gözlükleriyle her zaman ciddi görünmesine rağmen, tanıdıkça içindeki eğlenceli ve yaramaz kişiliği fark ederdiniz. Onunla derin tartışmalara girmek tehlikeliydi çünkü çoğu zaman karşınızda kazanamayacağınız bir rakip olurdu.
Grubun diğer iki üyesi, Jenna ve Max, kampüsün biraz daha ilerisinde ellerinde kahvelerle yürüyerek bize doğru geliyorlardı. Jenna, grubun enerjisi yüksek, neşeli ve dışa dönük olanıydı. Uzun sarı saçları güneşin ışığı altında parlıyor, enerjisiyle herkese bulaşan bir gülümsemeyle etrafına neşe saçıyordu. Max ise onun tam tersiydi; sessiz, içine kapanık, ama keskin zekasıyla her zaman söylediklerini dikkatle seçerdi. O genellikle arka planda kalırdı ama doğru anı bulduğunda sohbeti yönlendirmeyi başarırdı.
Theo, beni görür görmez geniş bir gülümsemeyle elini kaldırdı.
“İşte New York’un en meşgul adamı, beyler ve bayanlar!” diye şaka yaptı.
Gülümseyerek ona doğru yürüdüm. “Meşgul değilim, sadece bu sabah bir iki şey halletmem gerekiyordu,” dedim omuz silkerek.
Grubun geri kalanı yaklaştı, hepsi sabahın enerjisini üzerlerinde taşıyordu.
“Bugün derslerden sonra ne yapıyoruz?” diye sordu Alice, elindeki kitabı çantasına koyarken.
Jenna hemen araya girdi. “Neden Central Park’ta bir şeyler yapmıyoruz? Belki biraz yürüyüş, biraz kahve… Hava da güzel.”
Theo bu fikre hemen karşı çıktı. “Yürüyüş mü? Pazar günü koşu yaptım, hala bacaklarım ağrıyor. Biraz daha rahat bir şeyler yapalım. Sinemaya gitsek ya?”
Max, düşünceli bir şekilde gözlüklerinin üzerinden onlara baktı. “Sinemaya gitmek iyi fikir aslında, ama bugün vizyonda ne var?”
Herkes kendi planını önerirken, ben biraz geri çekilip onları dinlemeye koyuldum. Onların bu rahat, sıradan hayatı beni biraz huzurlu hissettirdi. Babamın dünyası burada ne kadar uzakta kalıyordu, değil mi?
Sonunda, bir noktada Jenna bana döndü. “Karen, sen de geliyor musun? Hadi, sinemadan sonra bir şeyler içmeye de gideriz belki?”
Bir an duraksadım. Başım zonklamaya başlamıştı, sabahın ağırlığı mıydı, yoksa kafamın içinde dönen düşünceler mi, emin olamadım. “Aslında başım ağrıyor, belki siz takılın. Bir dahaki sefere kesin gelirim,” dedim hafif bir gülümsemeyle.
Alice endişeli bir ifadeyle başını eğdi. “İyi misin? Belki biraz dinlenmen gerek. İstersen başka bir gün yaparız.”
Başımı salladım. “Yok yok, siz takılın. Biraz dinlenirsem geçer. Hem yarın dersten sonra yine buluşabiliriz.”
Onlar planlarını yapmaya devam ederken, sessizce gruptan ayrıldım. Yürürken arkalarından gelen kahkahalar ve sohbet sesleri giderek uzaklaştı. Kafamın içindeki ağırlık iyice belirginleşti. Mustang’in yanına geldiğimde, başımın ağrısı daha da şiddetlendi. Arabaya bindim ve motoru çalıştırdım. Evime gitmekten başka bir şey istemiyordum.
Yol boyunca radyo açıktı, ama müzik kulağıma uğramıyordu. Gözlerim yola odaklanmıştı, ama aklım tamamen başka yerdeydi. Lorenzo soyadı ne kadar uzakta görünse de, o dünyadan kaçamayacağımı biliyordum. Yine de, bu anlık kaçışlar değerliydi. En azından bir süreliğine…
Devam edecek…
Yazar: Rikanymore
Kurgu: Rikanymore
Editör: Rikanymore