KANLI TAHTIN VARİSİ - Bölüm 2
KANLI TAHTIN VARİSİ
“Hayat, bir gece karanlığında kaybolmuş gibi hissettiğinde, gerçekte ne kadar güçsüz olduğumuzu anlamamıza neden olur.”
Rikanymore
Bölüm 2: Karanlıkta Yankılanan Adımlar
Yola çıktığımda Mustang’in motoru derin bir hırıltıyla çalıştı, ama zihnim başka bir yerdeydi. Gaz pedalına hafifçe bastım, araba yavaşça hareket ederken şehrin ışıkları önümde süzülüyordu. Gözlerim yolda olsa da, aklım tamamen dağılmıştı. İçimde açıklayamadığım bir boşluk vardı. Sanki her şey eksik ve yarımdı, ama ne olduğunu bir türlü bulamıyordum. Ailemi düşünmek istemiyordum, ama içimdeki bu huzursuzluğun sebebini biliyordum.
New York, her zamanki gibi canlı ve hareketliydi. İnsanlar, binaların arasında kaybolmuş gibiydi; hayat tüm hızıyla devam ediyordu. Ama benim için zaman sanki yavaşlamıştı. Şehrin sokakları arasında kaybolurken bile, kendi dünyamda yalnızdım. Araba yol alırken içimdeki huzursuzluk daha da büyüdü. Bir şeylerin ters gittiğini biliyordum, ama bunu düşünmekten kaçmak istiyordum. Bu şehirde, kendi seçimlerimle yaşamak, özgür olmak için buradaydım, ama yine de babamın gölgesi üzerimdeydi.
Nihayet eve vardığımda, arabanın direksiyonundan ellerimi çektiğim an fark ettim ki, bu yolculuğun nasıl geçtiğini hatırlamıyordum. Yorgun bir şekilde derin bir nefes aldım ve baş ağrımın arttığını fark ettim. Direksiyonun soğuk yüzeyine parmaklarımı bastırırken, sanki içimdeki boşluğu da bastırmaya çalışıyordum. Ancak faydasızdı. Arabadan indim ve içimdeki bu karanlık hisse teslim oldum.
Evin köşesindeki bara gitmeye karar verdim. İçeri adım attığımda loş ışıklar ve kalın sigara dumanı gözlerimi yaktı. Barın köşesindeki taburelerden birine oturdum. Garsona elimle işaret ettim ve ilk içkimi söyledim. Alkol, zihnimi biraz olsun uyuşturmak için tek yolmuş gibi görünüyordu. İçimde büyüyen o boşluk, alkolle dolacakmış gibi hissettim.
İlk bardak… Tek yudumda devirdim. İçimdeki huzursuzluk hafiflemiş gibi geliyordu, ama yalnızca kısa bir süre için. İkinci bardağı da hızla içtim. Zihnimdeki düşünceler dağınık bir şekilde etrafa saçılıyordu. Sanki kaçmaya çalıştığım her şey bir bir geri geliyordu. Lorenzo soyadının ağırlığı… Babam… Geçmiş…
Üçüncü bardak… İçimdeki boşluğu biraz daha bastırıyordu. Ancak her seferinde daha da ağırlaşıyordu. Başım dönmeye başladı, ama devam ettim. Dördüncü bardağı devirdiğimde her şey bulanıklaşmaya başladı. Barın ışıkları, garsonun sesleri, arka planda duyulan müzik… Hepsi tek bir uğultuya dönüştü.
Tam o anda, yanımda bir hareket hissettim. Sarışın bir kadın, barın diğer ucundan bana doğru yaklaştı. Yavaşça yanıma oturdu ve dudakları kıvrılarak gülümsedi. Bana bir şeyler söyledi, ama ne dediğini anlamak için beynim fazla bulanıktı. Sözcükler, havada asılı kalan belirsiz birer yankı gibiydi. Kafamı ona çevirip bakmaya çalıştım, ama gözlerim bulanıktı.
Kadın tekrar konuştu, ama kelimeler bulanıklaştı. Zihnimde sadece karanlık bir uğultu vardı. Kafamın içindeki baskı arttıkça arttı. Birden, kadın elini uzattı ve bileğimi nazikçe tuttu. Sanki kendimi bir rüyada gibi hissediyordum, ona direnmeyecektim. Zaten zihnimde bir savaş vermekten yorgundum.
Beni nazikçe yerimden kaldırdı. Adımlarımı kontrol etmekte zorlanıyordum, ama o beni barın arka tarafına, karanlık ve sessiz bir koridora doğru çekti. Orada, yalnızca hafif bir ışık süzmesi vardı. Merdivenleri çıkarken ayaklarımın altındaki zemin kaygandı. Gözlerim kapanmak üzereydi. İsmini bile bilmediğim sarışın beni karanlık bir odaya çekti; içerdeki hava sıcak ve boğucuydu. Odanın duvarları, üstü örtülü eski tahta masanın etrafında dönen hafif bir dumanla kaplanmış gibiydi. Sanki burası gerçek dünyadan kopmuş bir yerdi; burada yalnızca hislerim ve karanlık vardı.
Beni masaya doğru itip hafifçe bastırırken, gözlerimin derinliklerinde kaybolan bir kıvılcım hissettim. Kalbim hızlı hızlı atıyordu; korku ve merak arasında gidip geliyordum. Kadın, bir an için gözlerime baktı; derin, cesur bir bakışla beni etkisi altına aldı. O an, zamanın durduğunu hissettim. İçimdeki huzursuzluk, onun varlığıyla bir nebze olsun azalmıştı.
Dudakları, sıcak ve istekli bir şekilde benimkilerin üzerine geldi. İlk başta bir anlık şaşkınlık yaşadım, ama ardından bedenim, bu yeni duyguya karşılık vermeye başladı. Duygularım karışıyordu; hayret, istek, belirsizlik… Hepsi bir araya gelmişti. Kadının sıcak nefesi, beni sarmalayan karanlıkta kaybolmamı sağlıyordu.
Ellerim, istemsizce onun beline gitti; bedenim, onun dokunuşuna yanıt veriyordu. İçimdeki boşluk, bir anda yoğun bir enerjiye dönüştü. Her şey bulanıklaşırken, kalbimin hızlı atışları arasında onun vücudunu hissetmek, bana unuttuğum bir şeyleri hatırlatıyordu. Kendimi bırakmıştım; zihnimdeki düşüncelerin yerini sadece anın tadını çıkarma isteği aldı.
Zaman durdu, sadece ikimizin arasında geçen sessiz bir anlayış vardı. Kadınla aramızdaki çekim, bir dans gibi hissettiriyordu. Vücutlarımız birbirine uyum sağlarken, o karanlık odada kaybolmuştum. Hislerim, dış dünyadan tamamen izole olmuştu; yalnızca bu anın sıcaklığı vardı.
Aşk ve tutkuyla sarılmıştık; aramızdaki mesafeyi hızla aşıyorduk. O an, kendimi ona bırakmıştım. Duygularım, hayal ettiğimden çok daha yoğun ve karmaşıktı. Kafamda bir şeylerin birleştiğini hissediyordum, ama yine de içimdeki huzursuzluğun gölgesi peşimi bırakmıyordu. Her bir dokunuş, derin ve sarmalayıcı bir hisle beni sarmalıyordu. Sanırm bu his ikimizde de aynıydı ya da ben öyle sanıyordum. Alkolün üzerimdeki etkisi her saniye daha fazla artıyordu. Sersemledim, bu zamanın daha fazla sürmesini istesem de dayanamayıp gözlerimi kapattım.
5 Saat Sonra…
Derin bir karanlığın içinden yavaş yavaş kendime geldiğimde, ilk hissettiğim şey soğuk taşların vücuduma yaptığı baskıydı. Gözlerimi açarken, göz kapaklarımın altında bir ağırlık olduğunu hissettim; sanki gözlerim yıllardır kapalı kalmış gibiydi. Öncelikle kafamda bir patırtı vardı, bir tür uğultu; başımın içinde sanki bir orkestra çalıyordu, ama müziği yalnızca ben duyuyordum.
Hafif bir rüzgar, üzerimdeki giysileri soğuk bir el gibi okşarken, gözlerimi açmak için çaba sarf ettim. İlk bakışımda karanlık bir silueti görebildim. Çevremdeki gölgeler birbirine karışıyor, taşların soğukluğu ayaklarımda yankılanıyordu. Bir an, burada ne işim olduğunu sorguladım; zihnimde yer eden bulanıklığın ortasında bir boşluk vardı.
Kendimi zorlayarak doğruldum. Başımın üstünde bir ağırlık vardı; gözlerim açıldığında, sarhoşluğun getirdiği baş dönmesiyle sanki dünyanın etrafında döndüğünü hissettim. Yavaşça elimi alnıma koydum, soğuk taş yüzeyin üzerine düşen baş parmağım, hafif bir ağrı hissi bıraktı. “Ne oldu? Neresi burası a*ına *ko*ayım?” diye fısıldadım. Ama sesim bile kaybolmuş gibiydi; sanki bu anı bir hayal gibi geride bırakmıştım.
Kafamda birbirine karışan anılar, o kadının sıcak dokunuşları, gözlerindeki ateş ve ardından gelen belirsizlikle birleşiyordu. Neden buradaydım? Yavaşça başımı kaldırıp çevreme bakındım; bir köprünün altındaydım, suyun sesi uzaktan geliyordu, ama içinde bulunduğum karanlık, çevremdeki dünyayı tamamen yutmuş gibiydi.
Dikkatimi toparlayarak, üzerimdeki cüzdanı ve anahtarlarımı kontrol ettim. Parmaklarım, giysilerimin her köşesini tararken, kaybolmuşluğumun verdiği bir telaşla hızlandı. Her yer karışmıştı; sanki orada olan her şey, beni terk etmiş gibiydi. O an içinde bulunduğum durumun korkusu ve siniriyle irkildim. Tam bir baş belasıydım; sarhoş olup kendimi bu hale sokmuştum.
“Hay s*keyim” diye bağırmak istedim ama sesim cılız bir fısıldama olarak döküldü. Yavaşça yerden kalkmaya çalışırken, bacaklarımda hala uyuşukluk vardı. Kendimi toparlamaya çalışırken, yaşadıklarımın ağırlığı içimde bir yerlerde hissettiğim huzursuzlukla birleşti. Burası benim için tanıdık olmayan bir yerdi; düşüncelerim karışık, içimde bir belirsizlikle doluydum.
Hızla köprüden çıkmak için adım attım; ama kafamda dönen düşünceler, kalbimdeki öfkeyle birleşiyordu. “Soyuldum mu lan yoksa?” sorusu kafamda yankılanırken, yavaş yavaş gerçekliğe dönmeye başladım.
Ayaklarım zemine ilk adımı atarken, bir an duraksadım. Kendi salaklığıma içten içe küfrediyordum. “Bu da senin beceriksizliğin Karen,” diye düşündüm. Bir köprünün altında, cüzdansız, anahtarsız, üstelik arabam çalınmış. Gerçekten harika bir tablo. Bu durumu nasıl düzelteceğimi bilmiyordum, ama tek yapabileceğim, yürümeye devam etmekti. Yavaş adımlar atarken, ayaklarım taşlı yolda yankılanıyordu. Başımın içinde hala bir uğultu vardı, ama bedenim hareket ettikçe, yavaş yavaş dünyaya geri dönüyordum. Çevremde insanlar geçip gidiyordu, bazıları hızlıca, bazıları ise bana göz ucuyla bakıyordu. Bakışları üzerimde hissettiğimde içimde bir öfke kıvılcımı alevlendi. Ne olmuş yani? Beni mi yargılıyorlar? Belki de saçım başım dağınık, üstüm başım perişan görünüyordum, ama o bakışlar… Sinirlerimi iyice geriyordu.
“Ne bakıyorsun?” diye içimden söylenerek başımı yere eğip yürümeye devam ettim. Adımlarım hızlanıyor, her biriyle biraz daha kendime geliyordum. Ama aklımdaki sorular peşimi bırakmıyordu. O sarışın kadını hatırlamaya çalıştım. Yüz hatları bulanık, ses tonunu bile tam olarak hatırlayamıyordum. Sadece o anın içinde kaybolmuş, düşünmeden, tamamen anlık bir çekime kapılmıştım. Peki şimdi? Kadını tam anlamıyla hatırlayamamak içimde bir boşluk yaratıyordu. Sanki geriye dönüp bakmaya çalıştığımda, bir duvarla karşılaşıyordum.
Bir an durakladım, etrafımdaki insanlara yeniden baktım. Kimsenin umrumda olmadığını anlamaya çalışıyordum. Asıl önemli olan… Arabamdı. Babamın bana özel olarak hediye ettiği, göz bebeği gibi baktığı o Mustang. Şimdi o araba yoktu. Ve ben babama ne diyecektim?
Bir ağırlık omuzlarımı çökertecek gibi oldu. Cüzdanımın kaybolduğunu fark ettiğimde hissettiğim şok, şimdi yerini çaresizliğe bırakıyordu. Arabam… Babam bana o arabayı verirken gözlerindeki gururu hatırladım. Onun için, bu araba sadece bir ulaşım aracı değildi. Babamın bana duyduğu güvenin bir simgesiydi. Ve şimdi o güveni çaldırmıştım. Babama bunu nasıl anlatacağım?
Yürüdükçe kafamın içinde dönüp duran bu düşüncelerle boğuluyordum. Bir an için durup, kafamı kaldırdım. Bir yol ayrımına gelmiştim. Eve giden yolu biliyordum, ama bu yürüyüş çok uzun sürecekti. Zaman yavaşça akıp geçiyordu, her adımda içimdeki yük daha da ağırlaşıyordu. Saatlerdir yürüyordum. Ayaklarımın altındaki asfalt artık beni tanıyormuş gibi geliyordu; her adımda beni içine çeken bir karanlıkla çevriliyordum. Şehir de benimle beraber uykuya dalmış gibiydi. Sokak lambalarının solgun ışıkları, caddelere bir huzursuzluk katıyordu. Ara sıra rüzgar, boş sokaklarda bir uğultu çıkarıyor, yaprakları sürüklüyordu. Şehrin kalabalığı yok olmuştu, geriye sadece ben ve düşüncelerim kalmıştı.
Ayaklarım sızlıyordu, ama eve varmam gerekiyordu. Babama anlatmam gereken o büyük rezillik kafamda yankılanıp duruyordu. İçimdeki suçluluk, yürümeyi zorlaştırıyordu. Derin bir iç çekişle bir anlığına duraksadım, ellerimi saçlarıma götürdüm, yüzümü ovuşturdum. “Nasıl bu kadar salak olabilirim?” diye sessizce kendime sordum. Tam o sırada, uzaklardan bir motor sesi duydum. Başımı kaldırdım, ses giderek yaklaşıyordu. Yoldan bir jip belirdi, ışıkları bana doğrultulmuştu. Işıklar gözlerimi kamaştırdı, kısık gözlerle ona baktım. Jip, yavaşça yanımda durdu. İçinden kahkahalar yükseliyordu. Camdan dışarı sarkan birkaç yüz, alkolün etkisiyle sarhoş halde bana bakıyordu. Beş, belki altı kişilerdi.
“Hey, güzelim! Nereye böyle?” diye biri bağırdı, sesi alaycı ve sarhoştu. Diğerleri de kahkaha attı, biri birayı havaya kaldırıp bana doğru salladı. O an, içimde bir şeyler düğümlendi. Yürümeye devam ettim, onları görmezden gelmeye çalıştım. Ama içimde derin bir korku hissi filizleniyordu.
“Şimdi sıçtık,” diye düşündüm. Adımlarımı hızlandırdım, kalbim göğsümde çarpıyordu. Cevap vermek istemedim, çünkü bu tarz insanların cevaptan beslenip daha da kötüleştiğini biliyordum. Fakat arkamdan gelen sesler, kahkahalar, alaycı sözler kulağımda çınlıyordu. İçimde büyüyen tedirginlik, her adımda daha da artıyordu. Ne yapacağımı bilmiyordum, ama tek bildiğim şey, burada durmanın bir anlamı olmadığıydı.
Adımlarım giderek hızlandırdım. Yanımdan geçen jipin içindeki sesler önce belirsiz bir uğultu gibi kulağıma çarptı. Alkolün etkisiyle konuşan adamlardan yayılan sarhoş kahkahalar, tüylerimi diken diken ediyordu. Başımı öne eğip, onları görmezden gelerek yürümeye devam ettim. Bir şey söylememek en iyisiydi, değil mi? Hayatım zaten yeterince kötüydü; bir de bu rezil güruhla uğraşamazdım.
Ama içimden bir ses, bu işin öyle kolayca kapanmayacağını fısıldıyordu. Ve yanılmadım.
“Hey! Sana diyoruz! Seni duyuyoruz, değil mi?!” diye bir ses arkamdan yankılandı. Sert ve alaycıydı. İçimden “Lanet olsun” dedim, ama arkamı dönmedim. Adımlarımı daha da hızlandırdım.
“Biraz eğlenmeye ne dersin?” diye bir diğeri ekledi. Bu sefer kahkahalar daha da yaklaştı, adımlarımın ardındaki sesler hızlanıyordu. Kalbim deli gibi atıyordu, boğazıma kadar yükselen öfkeyi bastırmaya çalışıyordum ama her kelimeleri beni tetikliyordu.
“Pislik sürüsü!” diye homurdandım, sonunda durup hızla arkamı döndüm. Nefesim kesilmişti ve öfkemin sesime yansımasını engelleyememiştim. “Yeter artık! S*ktirin gidin!”
Onların şaşkınlığı sadece bir an sürdü. Sonra kahkahalar daha karanlık bir tona büründü. İçlerinden ikisi jipten indi, ellerinde bira şişeleriyle bana doğru yürümeye başladılar. Gözlerimdeki öfkeyi mi sezdiler, yoksa içimdeki korkuyu mu fark ettiler, bilmiyorum. Ama her adımda bana daha da yaklaşıyorlardı.
“Ne dedin sen?” dedi iri olanı, gözlerinde tehditkar bir parıltı vardı. Şişeyi sallayarak birkaç adım daha yaklaştı. Beni korkutmaya çalışıyordu. Diğerleri de arkasında sırıtıyordu, güya ona destek veriyorlardı.
Başım dönmeye başladı, sarhoşluk hala zihnimi bulanık tutuyordu ama bu durumun gerçekliğini inkar edemezdim. İçimde bir şey kırılmaya başladı; çaresizlikle öfke arasında sıkışmıştım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Soğukkanlı olmalıyım, diye düşündüm ama kendime inanmıyordum.
“Bakın,” dedim, sesimi daha sertleştirmeye çalışarak, ama titreyen ellerim gerçeği ele veriyordu. “Beni rahat bırakın. Yürüyüp gidin. Başka bir şey istemiyorum.”
Ama dinlemediler. İçlerinden biri, elindeki şişeyi yere fırlattı. Camın kırılma sesi kulaklarımda yankılandı. O ses, bir şeylerin geri dönüşü olmadığını hissettirdi. Aramızdaki gerilim daha da arttı.
“Senin gibiler hep çok konuşur,” dedi bir diğeri, alaycı bir şekilde. Birkaç adım daha atarak bana yaklaştı. Onların içinde bulunduğu sarhoşluk hali, bana doğru büyüyen bir tehlike gibi geliyordu. Her biri bana bakıyor, her biri beni bir av gibi görüyordu.
Kalbim deli gibi atıyordu. Ter içinde kaldığımı hissediyordum. Yavaşça geriye doğru birkaç adım attım, ama onlar daha da yaklaşıyorlardı. Gözlerim kaçacak bir yer arıyordu. Çevreme baktım, ama sokaklar boştu, sessizdi. Tek başımaydım. Kaçış yoktu.
O an, içimdeki öfke ve korku bir araya geldi. Sinirlerim boşaldı ve tüm cesaretimle bağırdım, “Ne istiyorsunuz benden or*spu ç*cukları?”
Ama onların amacı beni korkutmak değildi. Eğleniyorlardı. Kırılan şişeler, yaklaşan ayak sesleri, alaycı sözler… Hepsi zihnimde yankılanıyor ve adım adım üstüme gelen karanlığı daha da derinleştiriyordu.
Devam edecek…
Yazar: Rikanymore
Kurgu: Rikanymore
Editör: Rikanymore