Solentra - Bölüm 4
Riven’i Myra’ya bırakıp yola hazırlanıyorlardı.
Myra ve Riven iyi anlaşacak gibilerdi.
Riven ne kadar içine kapalı olsa da, Myra’nın elinden tutmuştu. Myra da Arthur’un verdiği bu görevi seve seve kabul etmişti.
Riven, Myra’nın mavi saçlarına ve yeşil gözlerine baka kalmıştı.
Büyüleyici bir güzelliği vardı.
Ama aynı zamanda bir güven… bir sıcaklık yayıyordu.
Arthur pencereden bu sahneyi izledi.
İçten bir tebessüm etti.
Ardından ağır adımlarla döndü.
Valdros’a doğru hazırlıklara başlamıştı.
Yol uzundu. Ama asıl uzun olan, orada geçecek saatlerdi.
Sarayın girişinde Kaen eğilmişti.
Pelerini omzundan aşağı süzülüyor, zırhı sabah ışığında parlıyordu.
Kaen:
“Kraliçem… tek başınıza sınırdan geçmenizi istemem. Lütfen beni de yanınıza alın.”
Arthur şaşırmıştı.
Bir anlık duraksama… ama sonra başını salladı.
“Elbette. Valdros’a doğru gidiyoruz.” Kaen
(kekeleyerek):
“V-Valdros mu?”
Bel, Kaen’e döndü.
Bakışları soğuktu.
Ama o bakışın altında bir şey daha vardı… Güvensizlik.
Kaen ise tek kelime etmedi.
Sadece gözlerini Bel’den kaçırmadan yürüdü.
At arabasından inip yürüyerek kıvrıla kıvrıla vadiden indiler.
Yol, sarp kayalıkların arasından geçiyor, sonunda geniş bir ovaya açılıyordu.
Valdros sınır kapısı…
Gökyüzü burada daha da koyuydu. Güneş neredeydi, belli değildi.
Kapılar, kara çelikten yapılmıştı.
Üzerlerinde ejderha motifleri, zincirli bir zaferi simgeliyordu.
Kaen sessizdi.
Arthur düşünceliydi.
Ama en çok… Bel çevreye bakıyordu.
İlk defa bir şey karşısında bu kadar uzun süre gözlerini kaçırmadı.
Bel gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Dört bir yanı süsleyen siyah heykellere baktı.
Kimi aslan, kimi insan formundaydı.
Ama hiçbirinin yüzünde acıma yoktu.
Arthur başını kaldırdı.
“Babamla geldiğimde de böyleydi. Her taş… her heykel..”
Kaen arabanın arkasından indi.
Durdu.
Kızıl saçlarını arkaya doğru atarak, Derin bir nefes aldı.
“Valdros değişmemiş. Hâlâ kendinden daha güçsüz herkesi küçümseyen bir ülke…”
Gök, bizim ülkemiz gibi açık mavi değildi.
Valdros’ta gökyüzü, mor-gri bir sis ile örtülüydü.
Güneş görünmüyor, ama havada ışıksız bir parıltı geziniyordu. Sanki ışık… gölgelerle barışmış gibiydi.
Yollar düz değildi.
Bembeyaz taşların döşendiği merdivenler, vadi boyunca yukarı doğru kıvrılıyordu.
Saray en tepede inşa edilmişti.
Ama saray altınla değil, obsidyen taşıyla kaplıydı.
Karanlık, ama gösterişliydi.
Işık vurduğunda siyah değil… koyu mor parlıyordu.
Sokaklar sessizdi.
İnsanlar gülümsemiyordu.
Başları önde, elleri bağlı yürürlerdi.
Bu ülkede ses değil… disiplin hüküm sürüyordu.
Sarayın içi dışından daha soğuktu.
Tavanlar yüksek, duvarlar kavisliydi.
Her duvarda devasa taş levhalar vardı — bunlar ülkenin eski savaşlarını gösteren rölyeflerle bezeliydi.
Koridorlarda hizmetkârlar yoktu.
Çünkü bu sarayda, sadece güç konuşurdu. Zayıf olan, görünmezdi.
Zemin, gümüşle işlenmiş siyah camla kaplıydı.
Yürürken ayak sesleri yankılanmıyor… sanki bastığın yer seni dinliyordu.
Bel etrafa bakarken, Arthur onun şaşkınlığını fark etti.
Arthur (iç ses):
“Bel’in bile bu kadar şaşırdığını nadiren gördüm.”
Yüksek salonun kapıları açıldığında büyük oda göründü.
Tepede, camdan yapılmış dev bir dairesel pencere vardı.
Ama cam saydam değil, koyu mordu.
Güneş ışığı içeri girmiyor, yalnızca parlak bir hüzme oluşturuyordu. Sanki gökyüzü bile izin alarak içeri giriyordu.
Sarayın içi sessizdi.
Her adım yankı yaratmadan ilerliyordu.
Koridorlardan geçtiklerinde taş duvarların içinden nefes alıyormuş gibi gelen bir uğultu vardı. Bel gözlerini duvarlardan ayırmıyor, en ufak çatlağı bile inceliyordu. Her gölgeye dikkat kesilmişti. Bel: “Gerginsin.”
Arthur:
“İçim rahat değil.”
Bir koridorun ucunda duran Kaen, sırtını duvara yaslamış, ellerini arkasında birleştirmişti.
Başını öne eğmiş, gözlerini kapatmıştı.
Arthur ile göz göze geldiğinde hafifçe başını eğdi ve konuşmadan yanlarından geçti.
Arthur ve Bel, devasa siyah kapıların önünde durdular.
Kapılar yavaşça açıldı.
Salonun içi… gölgelerle döşenmişti.
Dairesel bir masa salonun merkezindeydi.
Masanın çevresi ince işçilikli, siyah ahşap sandalyelerle çevrilmişti.
Ve her bir sandalyenin arkasında farklı ulusların amblemleri kazınmıştı.
Ama en dikkat çeken şey… dört büyük kapıydı.
Her biri farklı bir stile sahipti.
Kapıların önünde dimdik duran savaşçılar vardı.
İlk kapı — kızıl alev desenli bir kemerle çevriliydi.
Önünde devasa baltasını sırtında taşıyan bir koruma vardı. Yüzü örtülüydü.
İkinci kapı — buz mavisi ve gümüş kaplamayla donatılmıştı. Önünde duranın gözleri bile hareketsizdi. Sanki buzdan yapılmıştı.
Üçüncü kapı — içine bastırılmış yeşil taşlar ve yosunlarla kaplıydı. Önündeki korumanın elinde ağaç kökünden yapılmış bir yay vardı. Yalın ayaktı.
Ve sonuncu kapı — karanlık obsidyen taşla çevriliydi.
Önünde duran kişi…
Başında miğfer yoktu.
Simsiyah saçlar, yere kadar uzuyordu. Ve o gözler… Elyndor.
Sadece Bel’in değil, Arthur’un da bakışları o noktaya kilitlendi. Elyndor kıpırdamıyordu.
Arthur yürümeye başladı.
Salonun ortasındaki sandalyeye yaklaşırken herkes döndü. Dört farklı imparator, dört farklı köşede oturuyordu.
Kızıl pelerinli ilk imparator ayağa kalktı. Diğerleri onu izledi.
Arthur yaklaşırken, Bel birkaç adım gerisinde durmuştu. Bel hâlâ kapının girişindeydi, gözleri ileri sabitlenmiş.
Arthur sandalyesine doğru yürüdü.
Sanki gök gürlemesi bekleniyordu.
Arthur sessizce oturdu.
Masa sessizdi.
Tüm imparatorlar yerini almıştı.
Dört farklı imparator, krallıklarının sembolleriyle çevrili tahtlarında oturuyordu.
Arthur, tek bir sandalye için ayrılmış yere oturmuştu.
Bel arkasında dimdik durmuş, gözlerini etrafındakilerden ayırmıyordu.
İlk konuşan, Alev Krallığı’nın lideri İmparator Kael oldu:
Kael:
“Bu kadar genç yaşta buraya gelip masaya oturman, cesaret ister.
Bizler bunu küçümsemeyiz, Arthur. Senin adımların halkına umut olmuş olabilir.” Diğer iki imparator sessizce başını salladı. Ama odada hâlâ konuşmayan biri vardı.
Vaizen.
Valdros’un karanlık hükümdarı.
Gözleri siyah bir bandanayla kapalıydı, sanki dünyaya bakmaya gerek bile duymuyordu.
Vaizen öne doğru eğildi.
Ve sesi, taş duvarlara kazınır gibi geldi:
Vaizen:
“En güçlü koruyucunuz… Sable.
İhanet etti.
Ne kadar gizlemeye çalışsanız da… tüm kıtaya yayıldı.
Sen bir kraliçe olabilirsin.
Ama benim gözümde hâlâ… korkmuş bir çocuksun.”
O an Bel’in ayakları kıpırdadı. Ve bir adım attı.
Zemin… çatırdadı.
Salondaki hava değişti.
Bir baskı… gözle görünmeyen ama hissedilen bir ağırlık çöktü.
Bel’in gri gözleri, Vaizen’in arkasında duran Elyndor’a döndü.
Elyndor başını yavaşça çevirdi.
Bandanasının altından hiçbir şey görünmese de… o an odadaki herkes bir şey hissetti.
Elyndor’un alanı daralıyor, bakışları keskinleşiyordu.
Bel ikinci adımı attı.
Sanki bir saldırı başlayacaktı.
Ama…
Bir anda—
Elyndor, Bel’in önünde belirdi.
Hiçbir ses çıkmadan… hiçbir ışık hareketi olmadan. Var olmuştu.
Göz göze geldiler.
İki savaşçının… iki dünyanın çarpışmasıydı bu.
Elyndor:
“Bir adım daha atarsan… Ruhlarını bile bulamazsın.”
Bel, nefesini tuttu.
Duruşu sarsılmadı ama alnındaki damar belli olmuştu.
Arthur ayağa kalktı.
Arthur:
“Bu bir tehdit mi?”
Vaizen yerinden kıpırdamadan konuştu.
Vaizen:
“Valdros’ta bir savaşçının onuru sorgulanırsa… Çözüm duellodur. Kabul etmek… zorunludur.”
Bel başını Arthur’a çevirdi. Arthur’un mavi gözlerinde kaygı vardı. Ama Bel konuşmadı.
Arthur yumruklarını sıktı.
Arthur:
“Bu bir saçmalık.
Sizin kurallarınız bizi bağlamaz. Ne isterseniz veririm. Bu düelloya girmesin.” Vaizen, ilk kez hafifçe gülümsedi.
Vaizen:
“Tahtını ver.”
Salon sessizleşti.
Sanki duvarlar bile bu cümleyi sindirmeye çalışıyordu.
Arthur’un kalbi sıkıştı. Tam cevap verecekti ki— Bel:
“Tamam bir düello yapalım.”
Arthur kızmıştı, bu cesaretten ziyade aptallıktı. Ama hiçbir şey söylemedi.
Vaizen, dudaklarını kıpırdattı.
Vaizen:
“Düello yarın, gün doğarken.
Kurallar belli.
Hayatta kalan… haklıdır.”
Kapılar yavaşça kapanmaya başladı. Işık, mordan karanlığa kayarken…
Elyndor, son bir kez Bel’e döndü.
Sanki o siyah bandananın altından bir şey sızıyordu:
Elyndor (kısık sesle):
“Yarın… kimin ruhu kalacak göreceğiz.” Kapılar kapandı.
<<Discord: @kerpetenes>>