TANRILARIN LANETİ - Bölüm 1
Argent Krallığı, Nebulis gezegeninin batı kıtasında, yeşil vadiler ve yüksek dağlarla çevrili
görkemli bir imparatorluk olarak yükselmişti.
Krallık, bereketli toprakları, stratejik konumu ve güçlü liderleri sayesinde kısa sürede
genişlemiş ve kıtanın en büyük imparatorluğu haline gelmişti
Başkenti Gildoria, taş yolları, ihtişamlı sarayları ve zengin pazarları ile tanınıyordu.
Şehir, altınla kaplı kuleleri, geniş meydanları ve gösterişli tapınakları ile halkına güven ve
refah sunuyordu.
Kral Alexsander Argent, zekası ve kararlılığı ile bilinen bir hükümdardı. Onun döneminde,
Argent Krallığı’nın sınırları daha da genişledi, zenginlik ve refah doruğa ulaştı. Ancak, bu
başarının ardında karanlık bir güç vardı.
Alexsander’ın içindeki hırs, onu tehlikeli ve yasaklı yollara sürükledi. Tanrılara olan
bağlılığı, kuşku ve meydan okumaya dönüşmüştü.
Kara büyünün gücünü keşfetme arzusu, onun için bir takıntı haline geldi. Tanrılar, kara
büyünün büyük bir yıkım getireceğini bildikleri için bu büyüyü yasaklamışlardı.
Alexsander, yasaklı bu bilgiyi elde etmek için sarayının en gizli köşelerinde, gece yarısı
ayinleri düzenlemeye başladı. Bu ritüeller, mum ışığıyla aydınlatılmış karanlık odalarda,
tuz çemberleriyle çevrili alanlarda gerçekleştiriliyordu.
Büyü kitabı, eski ve yıpranmış bir ciltle kaplıydı, üzerindeki semboller ise zamanla
silinmiş ve eski kan lekeleriyle dolmuştu.
Alexsander, kitaptan pasajlar okurken, büyücüleri ve danışmanlarıyla birlikte eski
efsaneleri mırıldanıyordu. Bu kişilerin arasında, siyah cübbeler giymiş, yüzleri
maskelerle kaplı büyücüler ve yaşlı danışmanlar vardı.
Alexsander’ın çocukluk arkadaşı Malachai de bu ayinlere katılıyordu. Malachai, büyü
konusunda yetenekli bir kişiydi ve Alexsander’ın kara büyüye olan ilgisini destekliyordu.
Her ritüelde, krallığın zindanlarından getirilen mahkumlar, kara büyünün güçlerini
artırmak için kurban ediliyordu. Her kurban, Alexsander’ın ruhunu biraz daha
karartıyor ve güçlenmesini sağlıyordu.
Gildoria, Alexsander’ın kara büyüden aldığı güçle büyümeye devam etti. Ancak bu
büyüme, masumların kanı ve korkusu üzerine inşa edilmişti.
Kral, bu güçle komşu şehirleri işgal ediyor, halklarını katlediyor ve topraklarını
genişletiyordu.
Gözleri, bir zamanlar sevgiyle bakarken, şimdi sadece bir boşluk ve karanlıkla
dolmuştu. Her hareketi, gücünü ve otoritesini sergileyen bir gösteriş halindeydi.
Onun yanında durmak bile, insanlara büyük bir cesaret gerektiriyordu.
Tüm bunlar olurken Argent kralının kendisinden bile daha çok sevdiği ilk aşkı kraliçe
Lenora, Alexsander’ın tam tersiydi.
Güzelliği ve zarafeti ile halkın sevgisini kazanmıştı. Uzun, dalgalı altın sarısı saçları ve
derin yeşil gözleri, onun narin ve masum doğasını yansıtıyordu.
Lenora, her zaman nazik, anlayışlı ve sevgi dolu bir kraliçeydi. Halkıyla iç içe, onların
dertlerini dinleyen, yardıma muhtaç olanlara el uzatan biriydi.
Kraliçe, krallığının kalbi ve ruhuydu. Ancak Alexsander’ın güç hırsı ve karanlık büyülere
olan ilgisi, onların arasındaki sevgiyi de tüketti.
Alexsander ve Lenora, gençlik yıllarında büyük bir aşkla evlenmişlerdi.
Bu aşk, onların güçlü bir çift olmasını sağlamıştı. Ancak zamanla, Alexsander’ın güç
arzusu ve karanlık yolları, bu sevgiyi gölgede bırakmıştı.
Lenora, kocasının değişimini ve karanlık büyülere olan ilgisini gördükçe, onun için
endişelenmeye başladı. Ancak Alexsander, artık ne eşinin sevgisini ne de halkının
güvenini umursuyordu. Onun tek amacı, gücünü artırmak ve krallığını genişletmekti.
Kraliçe Lenora, hamile olduğunu öğrendiğinde, bu haberi kocası ile paylaşmak için
büyük bir heyecan duymuştu. Ancak Alexsander, bu haberi aldıktan sonra bile, kara
büyüden ve güç hırsından vazgeçmedi.
Kraliçenin hamileliği, onun için sadece bir ayrıntıydı. Lenora, her geçen gün daha da
yalnızlaştı ve kocasının karanlık yollarına olan bağlılığı, onun için büyük bir yük haline
geldi.
Kara büyünün gücü, Alexsander’ın ruhunu tüketirken, krallığı da yavaş yavaş çöküşe
sürüklüyordu.
Tanrılar, Alexsander’ın bu küstahlığını ve yasak büyüye olan ilgisini fark ettiklerinde,
büyük bir öfkeye kapıldılar.
Bir gece, yıldızlar gökyüzünde kayboldu ve karanlık bir fırtına Gildoria’nın üzerine çöktü.
Tanrılar, Alexsander’ın sarayına inerek ona ağır bir lanet getirdiler.
Bu lanet, krallığın kutsal güçlerini ellerinden alacak ve Alexsander’ın soyu üzerinde ağır
bir bedel bırakacaktı.
Lanetin hemen ardından, Argent Krallığı’nın gücü ve ihtişamı hızla azalmaya başladı.
Tarlalar kurudu, nehirler çekildi ve halk arasında hastalıklar yayılmaya başladı.
Krallığın askerleri, eskisi kadar güçlü ve cesur değillerdi. Halk, tanrıların öfkesinden
korkarak dua etmeye başladı, ancak duaları cevapsız kaldı.
Kral Alexsander, bu laneti geri almak ve krallığını eski ihtişamına kavuşturmak için
tanrılara yalvardı. Ancak tanrılar, onun bu küstahlığını affetmediler ve laneti kaldırmayı
reddettiler.
Bu sırada, kraliçe Lenora üçüncü çocuğunun ardından bir çocuk daha bekliyordu.
Ancak bu doğum, onun için sonun başlangıcı olacaktı.
Lenora, doğum sancıları başladığında, sarayın en yetenekli hekimleri onun yanında yer
aldı.
Saray hekimleri, gece boyunca Lenora’nın yanında beklediler. Ancak doğum,
beklenenden çok daha zorlu geçti.
Lenora, hayatını kaybetmeden önce, son bir kez yeni doğan oğluna baktı ve gözlerinden
süzülen yaşlarla ona veda etti.
Oğluna Demon adını verdiler. Bu isim, onun doğumu ile gelen laneti ve babasının
tanrılara karşı işlediği günahın bir hatırasıydı.
Kraliçe Lenora’nın ölümü, Alexsander’ın içindeki öfke ve kederi daha da derinleştirdi.
Tanrıların kendisine ihanet ettiğini düşünen kral, tanrılara olan öfkesini de pekiştirmişti.
Kral, oğluna bakarken, karısının ölümünün ve krallığının çöküşünün nedenini
hatırlıyordu.
Demon, babasının gözünde sadece bir hatırlatma, bir lanet ve bir acının sembolüydü.
Bu yüzden, Alexsander oğlunu başkentten uzak, terkedilmiş bir saraya sürdü.
Demon, bu soğuk ve ıssız sarayda yalnızlık ve hayal kırıklığı içinde büyüdü. Saray, geniş
ve sessiz koridorlarıyla, derin gölgeler ve soğuk taş duvarlarıyla ünlüydü.
Babasının nefret dolu bakışları ve sarayın karanlık köşeleri, onun çocukluk yıllarını
şekillendirdi.
(Kral Alexsander Argent)
NOT:
Bu seri bir çeviri değil de bir okuyucumuzun kendi kurgusudur. Yorum yaparken bu konuda yeni olduğunu unutmayalım.
Kimse iyi bir yazar olarak doğmaz 🙂