TANRILARIN LANETİ - Bölüm 2
“Bir kabustan uyanmak, gerçekliğin kollarına yeniden sığınmaktır.”
Stephen King
Bölüm 2: Kabusların Pençesinde
Tık! Tık! Tık!
Kulaklarıma çarpan bu ses, tıpkı ahşap bir kapının tokmağının yankılanması gibiydi. Kim
geldiğini haber veren bir işaret miydi bu? Sesin nereden geldiğini ve ne anlama geldiğini
bir türlü anlayamıyordum. Kafamı bu dar düşüncelerle meşgul ederken, sesin bana
doğru yaklaştığını hissettim.
Tüm bunlar olurken, neden gözlerimi açıp bakmayı denemediğimi fark ettim. Nihayet
bunu akıl eder etmez, gözlerimi açmayı denedim. Ancak başarılı olup olmadığımı
bilemedim, çünkü etrafımda hiçbir şey göremiyordum.
Etrafımda neler olup bittiğini anlamaya çalışırken, içimde tanımlamakta zorlandığım bir
his vardı. Gözlerimi açamamış mıydım? Göz kapaklarımı zorlayarak harekete geçirmeyi
denedim, fakat bu denemem de sonuçsuz kalmıştı. Her yanım karanlığa gömülmüş
gibiydi, sanki gözlerim değil de ruhum kapalıydı.
Beynim ile düşüncelerim arasında bir çatışma yaşarken, biraz önce duyduğum sesin
kesildiğini fark ettim.
Nihayet bu bilinmezliğin bittiğini düşündüm. Ancak hala bir sorun vardı; sesin artık
gelmemesine rağmen bende hiçbir değişiklik yoktu. Korkmalı mıyım, diye sordum kendi
kendime. Ancak bunun saçma sapan bir soru olduğunu düşündüm, çünkü korkacak bir
şey yoktu. Garip bir rüyanın içinde olduğumu ve bunun bittiğini düşünmek istedim.
Karanlığın içinden bir sıcaklık dalgası yükseldi. Bu sıcaklık, sanki tenimin altına işliyor,
damarlarımda dolaşıyordu. Kalbim hızlanarak atmaya başladı, her bir atış kulaklarımda
yankılanıyordu. Birden bire, karanlık içinde parlayan bir ışık belirdi. Bu ışık, karanlığın
içinden gelen bir umut ışığı gibi görünüyordu. İçimde yükselen bu anlık adrenalin ile
elleri mi ve ayakları mı hissetmeye başlamıştım. Elleri mi ve ayakları mı hissetmeye
başlayınca karanlığın içinden parlayan ışığa yaklaşmayı denedim. Ancak ne kadar
yaklaşsam da ışık bir türlü ulaşılabilir gibi görünmüyordu.
Kendi içimde bir savaş verdiğimi fark ettim. Beynim ve kalbim arasında tekrar bir
mücadele vardı; mantığım beni karanlığa çekmeye çalışırken, kalbim ışığa doğru
ilerlemek istiyordu. Bu içsel çatışma beni yormuştu, ama pes etmek istemiyordum.
Bu düşünceler içinde kaybolmuşken, birdenbire yeniden o tıkırtı sesini duydum. Bu
sefer, ses çok daha netti ve adımların yankısı gibi kulağımda çınlıyordu. Sesin kaynağına
doğru ilerlemeye çalıştım, ancak adımlarımı atmakta zorlanıyordum. Her adım, sanki
bataklıkta yürüyormuşum gibi ağır ve zorlayıcıydı.
Nihayet, sesin kaynağına ulaştığımı hissettim. Gözlerimi açmayı başardığımda,
karşımda duran figürü net bir şekilde görebildim. Ancak tam o anda, ışık aniden
kayboldu ve yerini yağmurlu, fırtınalı bir hava aldı.
Gökyüzü, kara bulutlarla kaplanmış, şimşekler art arda çakıyordu. Yağmur, adeta gök
delinmişçesine şiddetle yağıyordu ve rüzgar ağaçları köklerinden söküp atacak kadar
güçlüydü. Rüzgarın uluması, kulaklarımı sağır edecek bir gürültüyle yankılanıyordu.
Kendimi bir anda yere diz çökmüş halde buldum, ellerim ağır zincirlerle bağlıydı.
Zincirlerin soğuk demiri, bileklerime keskin bir acı veriyordu. Her bir halka, tenime
kazınmış gibi hissettiriyordu.
Yağmurun damlaları yüzüme çarptıkça, gözlerimden süzülen sularla karışıyordu.
Etrafıma baktığımda, gri ve kasvetli bir manzaranın içinde kaybolmuş gibiydim. Yer,
çamur ve su birikintileriyle doluydu.
Her bir yağmur damlası, çamur birikintilerine düşerken minik dalgalar oluşturuyor ve bu
dalgalar zincirlerimin etrafında yankılanıyordu. Toprağın ve yağmurun karışımı, ağır bir
nem kokusu yayıyordu.
Karşımda, dimdik duran bir figür vardı. Babam, siyah ve uzun kılıcını çekmiş, kılıcın ucu
boynuma değecek şekilde duruyordu. Kılıcın soğuk çeliği, tenime dokunduğunda
tüylerim diken diken oldu.
Babamın gözleri, soğuk ve kararlı bir ifade ile bana bakıyordu. Yağmur damlaları, kılıcın
üzerinde birikiyor ve ardından boynuma süzülüyordu. Her bir damla, sanki zamanın
yavaşladığını hissettiriyordu.
Babamın yüzündeki ifade, sert ve acımasızdı. Saçları, rüzgarın etkisiyle yüzüne
savruluyor, fakat o hiç kıpırdamadan bana bakıyordu. Gözlerinde, yılların yorgunluğu ve
hayal kırıklığı okunuyordu. Dudakları sıkıca kapalıydı, sanki söyleyecek çok şeyi varmış
da kelimeler boğazında düğümlenmiş gibi. Gözlerindeki kararlılık, beni derin bir içsel
sarsıntıya sürüklüyordu.
Ellerim zincirlerin ağırlığı altında titriyordu. Parmaklarım, soğuk metale sıkıca
kenetlenmişti. Babamın kılıcının ucundaki her bir hareket, içimde derin bir korku ve
belirsizlik yaratıyordu. Nefes almakta zorlanıyordum, göğsümdeki ağırlık her geçen an
daha da artıyordu.
Karanlık ve fırtınalı havanın içinde, kendimi çaresiz ve umutsuz hissediyordum.
Babamın beni neden bu durumda tuttuğunu anlamaya çalışıyordum, fakat cevabı
bulmak imkansızdı. Her nefes alışımda ciğerlerime dolan soğuk hava, içimdeki
çaresizliği daha da pekiştiriyordu.
Yağmur, hız kesmeden yağmaya devam ederken, her bir şimşek çakışı gökyüzünü
aydınlatıyor ve bu anlık aydınlıkta babamın kararlı duruşunu daha da
belirginleştiriyordu.
Şimşeklerin parlak ışığı, babamın yüzünde kısa süreli gölgeler yaratıyordu. Bu durumun
bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bilemiyordum, ama bu anın dehşeti iliklerime
kadar işlemişti. Kaderim, babamın elindeki kılıcın ucunda asılı kalmış gibiydi. Etrafımda
yankılanan her bir gök gürültüsü, içimdeki korkuyu daha da derinleştiriyordu.
Toprağın ve yağmurun karışımı, ağır bir nem kokusu yayıyordu. Her nefes alışımda bu
ağır koku, ciğerlerime doluyor ve beni daha da bunaltıyordu. Karanlık ve kasvetli
atmosferin içinde, kendimi bir çıkış yolu ararken buldum.
Babamın kılıcı, boynuma her dokunduğunda içimdeki çaresizlik hissi daha da
derinleşiyordu. Tüm bu kaosun ortasında, kaderimle yüzleşmek zorunda olduğumu
anladım. Ama neden? Ne yapmış olabilirim ki bu kadar kötü durumdaydım. Babam
benden nefret mi ediyordu? Ya da beni sevmiyor muydu? Onun beni sevmemesi için bir
sebep mi vardı? Kendime tüm bu soruları sorarken… bir baba evladının suçu ne olursa
olsun ona kıyabilir miydi? Beynimi bu tür düşünceler sarmışken, babam kılıcını havaya
doğru kaldırdı.
Kılıcın havaya doğru yükselmesini izlerken babamla göz göze geldik. Göz bebeklerinin
içinde ki o boşluk hissi herşeyi anlatıyordu aslında, fakat bunların hiçbir önemi yoktu
artık. Ölecek miyim? Bu soru aklıma gelir gelmez içim de farklı bir duygu belirdi. Bu
duygunun adını anlamdıramıyordum, sanırım ilk defa yaşıyorum. Kalp atışlarım hiç
olmadığı kadar hızlı atıyordu, bu düşüncelerin arasında medcezir yaparken anlık gök
gürültüsünün o korkutucu sesi, düşüncelerimin arasından kurtarıp geri getirmişti.
Birazdan öleceğimi biliyordum fakat bunu bir türlü kabullenemiyordum. Sebepsiz yere
ölmek istemiyordum… ama artık iş işten geçmişti, ne itiraz edecek gücüm ne de bunu
yapacak cesaretim vardı. Kılıç yaklaşırken dudaklarımı kapattım ve sımsıkı gözlerimi
yumdum.
Kılıcın soğuk çeliği boğazıma değmek üzereydi ki birden her şey durdu. Karanlık, keskin
bir sesle yarıldı ve ben aniden yerimden sıçrayarak uyandım. Gözlerimi açtığımda,
kendimi odamdaki yatağımda buldum.
Nefes nefeseydim, kalbim göğsümden çıkacakmış gibi atıyordu. Nixie, başımın yanında
diz çökmüş, elinde ıslak bir bez tutuyordu. Gözlerinde endişe dolu bir ifade vardı.
Nixie’nin sesi, kulağıma yağmurun şiddetli sesiyle karışarak ulaştı. Dışarıda fırtına
kopuyordu; yağmur damlaları camlara vuruyor, rüzgar uluyordu. Bu fırtına, içimdeki
kaosu yansıtıyor gibiydi.
Nixie, ıslak bezi nazikçe alnıma koyarak beni sakinleştirmeye çalıştı.
“Ne… ne oldu?” diye sordum, sesim titriyordu. Ellerim hala titriyordu ve başımda bir
ağırlık vardı.
“Yüksek ateşin var, Demon,” dedi Nixie, gözleri hala endişeyle parlıyordu. “Kötü bir
durum yok. Sakinleş ve dinlen, iyileşeceksin.”
Nixie, kapının yanında bekleyen başka bir hizmetçiye dönerek, “Kılıç ustasına
Demon’un uyandığını haber ver,” dedi. Hizmetçi, başını sallayarak hızla odadan çıktı.
Nixie’nin bakımı ve sakinleştirici sözleri, içimdeki korkuyu hafifletmeye başladı. Nefes
alışlarım yavaşladı, kalp atışlarım düzenli bir ritme kavuştu. Odamın loş ışığında,
Nixie’nin yüzü net bir şekilde görünüyordu. Gözlerindeki şefkat ve kararlılık, bana güç
veriyordu.
“Teşekkür ederim, Nixie,” dedim zorlukla. “Gerçekten korkunç bir kabustu.” Nixie, elimi
nazikçe tuttu ve sıktı. “Artık güvendesin, Demon. Burası gerçek. Kabuslar sadece
rüyadır, seni incitmezler.”
Yağmur, dışarıda şiddetle yağmaya devam ediyordu. Her bir damla, odanın içinde
yankılanıyor, fırtınanın gücünü hissettiriyordu.
Odamın duvarları, dış dünyanın kaosuna karşı bir sığınak gibi görünüyordu. Nixie,
başımın altına ekstra bir yastık koyarak beni daha rahat bir pozisyona getirdi.
“Dinlenmelisin,” dedi yumuşak bir sesle. “Vücudunun iyileşmesi için zamana ihtiyacı
var. Ben buradayım, yanında olacağım.”
Nixie’nin varlığı, içimde derin bir huzur yaratıyordu. Gözlerimi kapattım, ama bu sefer
korkudan değil, yorgunluktan. Nixie’nin sıcak elleri ve nazik sözleri, beni tekrar uykuya
davet ediyordu. Yağmurun şiddetli sesi artık bir ninni gibi kulaklarımda yankılanmaya
başlamıştı.
Odaya giren hafif bir esinti, yüzümü okşadı. Nixie’nin elindeki ıslak bezin serinliği,
ateşimin yavaş yavaş düştüğünü hissettirdi. Gözlerimi tekrar açtığımda, Nixie hala
yanımdaydı, gözlerinde aynı kararlı ifade vardı.
“Dinlen, Demon. Güçlü olman için iyileşmelisin,” dedi.
Nixie’nin bu son sözleri, içimdeki son korku kırıntılarını da silip süpürdü. Neden böyle
bir kabus gördüğü mü hala anlayamasam da üzerine fazla düşmenin bir anlamı yoktu.
Gözlerimi tekrar kapattım ve bu sefer huzurlu bir uykuya daldım.