TANRILARIN LANETİ - Bölüm 8
TANRILARIN LANETİ
“Geçmişin gölgeleri, geleceğin alevleriyle birleştiğinde, ruhun en karanlık derinliklerine sürüklenirsin.”
Rikanymore
Bölüm 8: Lanetin Pençesi
Gözlerim hızla açıldı, boğazımdaki ezici baskıyla paniğe kapıldım. Nefes alamıyordum. Bir an için rüya gördüğümü sandım ama bu rüya değil, kabustu. Üzerimde bir ağırlık vardı, vahşi, güçlü ve karanlıktan fırlamış gibi duran bir yaratık, boğazımı sıkıyordu. Pençeleri boynuma saplanmış, nefesimi tamamen kesiyordu. Gözlerimde karanlık dağılmadan önce, yaratığın tırnaklarının derimi deldiğini hissettim. Çırpınıp kurtulmaya çalıştım ama her hareketim daha da zayıflamama neden oluyordu.
Elleriyle boğazımı kavrarken, zihnimde hayatta kalma içgüdüsü dışında hiçbir şey yoktu. Kaslarım yavaşça güçsüzleşiyor, vücudumun kontrolünü kaybetmeye başlıyordum. Göğsümde biriken acı, ciğerlerimdeki hava tamamen yok olana dek büyüdü. Savaşarak kurtulmaya çalıştım, ama gücüm yetmiyordu. Karanlık, bilincimi ele geçirirken bedenim gevşedi ve her şeyin karardığını hissettim.
Bir an gözlerim tekrar açıldığında başımda dayanılmaz bir ağrı vardı. Dünyam bulanıktı, hafif bir titreme hissettim. Neredeydim? Neler olmuştu? Kendimi toparlamaya çalışırken soğuk taş zeminin sertliğini vücudumun her yerinde hissettim. Ellerim bağlıydı, kollarımı hareket ettirmeye çalıştım ama sert bir ip ile sıkıca bağlanmıştı.
Zihnim hızla yerine gelirken etrafıma bakındım. Gördüğüm ilk şey, loş bir ışıkla aydınlatılmış geniş bir mağara oldu. Soğuk ve rutubet kokusuyla dolu olan bu yer, kaçabileceğim bir yer gibi görünmüyordu. Ancak gözümün önüne gelen manzara beni daha çok sarsmıştı. Çevremde insanlar yatıyordu: Ellerinden ve ayaklarından bağlanmış çocuklar, kadınlar, yaşlılar… Her birinin yüzünde çaresizlik ve korku vardı. Neler oluyordu? Neden buradaydım? Kimdi bu yaratık?
Bağlı olmama rağmen kalkmaya çalıştım ama vücudum yorgundu, başım zonkluyordu. Kendimi bu durumda bulmak delilik gibiydi. Düşüncelerim kaos içindeydi. Sadece birkaç saat önce yıldızların altında dinlenmeyi planlıyordum. Şimdi ise burada, kim olduğunu bilmediğim varlıkların insafına kalmıştım.
Bir çözüm bulmam gerekiyordu. Mağarayı kaplayan sessizliği bozan ilk şey derin bir hırıltıydı. Sonra bir anda yankılanan ağır ayak sesleriyle mağaranın zemini titremeye başladı. Nefesim kesildi. Bu sesler… insana özgü değildi. Karanlık mağaranın girişinden giren yaratıklar, gölgelerin arasından belirginleşmeye başladı. Onlarca, belki daha fazla sayıda… her biri devasa, kıllı ve keskin dişli canavarlar. Derileri sert pullarla kaplıydı, pençeleri insanın derisini tek darbeyle yırtabilecek kadar güçlü görünüyordu. Elleriyle kırbaçlarını savuruyor, her kırbaç darbesiyle mağarada yankılanan çığlıklar duyuluyordu.
Kırbaçları savurup mağaradaki insanları sırayla sürükleyerek götürüyorlardı. Kimse karşı koymuyordu. Korku tüm esirlerin gözlerine işlemişti. Ben de öyleydim; ellerim bağlı, çaresizce sıranın bana gelmesini bekliyordum. Ne kadar dirensem de boşa olduğunu biliyordum. En sonunda, beni de aldılar. İlk kırbaç darbesi omuzuma inince acı tüm vücuduma yayıldı. Direnmeye çalıştım, ama canavarlar benden çok daha güçlüydü. İkinci bir kırbaç darbesi daha inince boyun eğdim.
Karanlık, ıssız orman yollarında ilerlerken canavarların boğuk seslerle konuştuğunu duyuyordum. Ancak konuştukları dil bana tamamen yabancıydı; kelimeler, tıslamalardan ve boğuk hırıltılardan ibaretti. Yaratıkların dış görünüşü aklımda yer etmişti. Her biri farklı büyüklükteydi, bazıları iki başlı, bazıları ise dört kolluydu. Gözleri kırmızı parlıyor, pençeleri keskin bir metal kadar sert görünüyordu. Derileri, sanki taş ve metalin bir karışımıydı. Zırh kadar sertti ama üzerinde de iğrenç, yapışkan bir sıvı vardı.
Yol boyunca etrafı dikkatle inceledim. Ağaçların arasında görünmeyen bir düşman olabileceğini hissettim. Her adımda, daha karanlık ve tehlikeli bir ormanın derinliklerine çekiliyorduk. Sonra, aniden her yerden büyülü ateş topları ve ateşli oklar yağmaya başladı. Gökyüzü bir anda aydınlandı; büyülü ateşin parıltısı ormanın her köşesini sardı. Kendime geldiğimde ellerim bağlı, sırtımda canavarın pençesinin bıraktığı acıyla sarsılmış halde yerde yatıyordum. Gözlerim yarı kapalı, başım dönüyordu. Vücudumun her yerinde zonklayan bir acı vardı, ama etrafımdaki kaos daha korkutucuydu. Canavarların arasında neyin peşinde olduğumu bile bilmeden sürükleniyordum. Kaçmalıydım, ama her şey boğucu bir hızla üstüme geliyordu.
Ellerimi çözmek için umutsuzca çırpınırken etrafı taradım, dikkatli olmalıydım. Ama lanet zincirler bileklerimi kesiyordu, her hamlemde daha derin bir acı hissettim. “Kahretsin!” diye homurdandım. Kaçmak için hiçbir şey bulamıyordum. Çaresizce ipleri taşlara sürtmeye başladım, ama çözülmüyordu.
O sırada yerdeki bir ceset gözüme çarptı. Yanında bir kılıç duruyordu, kanla kaplı bir kılıç. “Evet, işte bu!” dedim içimden, umutlanarak. Kılıca ulaşabilsem belki kurtulurdum.
Hiç vakit kaybetmeden doğrulmaya çalıştım. Ağrıyı umursamadan, kılıca ulaşmak için bütün gücümü kullandım. Birkaç adım kalmıştı ki… Tam o an sırtımda dev bir gölge hissettim. Dönmeye fırsatım olmadan, arkadan gelen hırıltıyla bir pençe sırtıma indi.
“Ah! Lanet olsun!” diye inledim. Acı dalgası vücudumdan geçerken, sert bir şekilde toprağa çakıldım. Nefesim kesildi, gözlerim karardı. Kalkmak için debelendim, ama bacaklarım beni dinlemiyordu. Gözlerim yıldızlara bakarak kapanırken, içimdeki öfke ve çaresizlik büyüyordu. Her şey karanlığa gömülmeden önce içimde sadece bir düşünce vardı: Hayatta kalmak.
Gözlerimi açtığımda her şey bulanıktı, başım dönüyordu. Ne kadar zamandır yerde yattığımı bilmiyordum. Vücudumun her yeri sızlıyor, kaslarım ateş gibi yanıyordu. Elleri hâlâ bağlı hissediyordum, zincirlerin soğuk demiri bileklerime saplanmıştı.
“Neler oluyor?” dedim kendi kendime, ama sesim bir hırıltı gibi çıktı. Her şey karışmıştı, sadece kaos vardı. Uyanık mıyım, yoksa hâlâ baygın mıydım, emin olamıyordum. Nefes alıp vermeye çalıştım, ama göğsüm sıkışmış gibiydi. Tam o sırada, ellerimde tuhaf bir şey hissettim; sanki deri değil de içimde bir şey yanıyormuş gibi.
Parmaklarıma baktım ve kalbim yerinden çıkacak gibi oldu. Ellerim… alev alıyordu! Kendi ellerimin üzerinde kıvrılan, dans eden turuncu ve kırmızı alevler vardı. “Bu… bu nasıl mümkün olabilir?!” dedim, paniğe kapılmış bir şekilde.
Refleks olarak ellerimi silkelemeye çalıştım, ama alevler sönmüyordu. Daha da büyüyorlardı, bileklerime kadar çıkmışlardı. “Siktir” diye bağırdım, ama bu alevler beni yakmıyordu. Bir yandan bu iyi bir şeydi, ama diğer yandan… Neler olduğunu anlamıyordum. Zihnim tamamen karışmıştı. Kendimi sakinleştirmeye çalıştım, ama alevlerin parıltısı gözlerimin önünde büyüdükçe, korku içimi kemiriyordu.
Elleri alev almış bir adam… Bu nasıl olurdu? Bu ben miydim? “Hayır, bu olamaz… bu ben değilim!” Ama alevler gerçekti. Derin bir nefes aldım ve zincirlere baktım. Ellerimin bu hale gelmesi yetmezmiş gibi, bir de zincirlerle kapana kısılmıştım. Kafamın içinde çılgınca çarpan düşüncelerle, kendime seslendim: “Kendine gel! Sadece… bir çıkış yolu bul.”
Elleri alev alan bir adamın zincirleri kırması mantıklı değil, ama başka şansım yoktu. Elleri bağlı bir şekilde oturup alevlere bakmakla daha fazla vakit kaybedemezdim. Zincirleri zorlamaya başladım ve… bir anda bir çatırtı sesi duydum. Zincirler kırılmaya başlamıştı. Alevler mi, yoksa bende saklı olan başka bir güç müydü, bilmiyordum. Zincirler daha fazla dayanamayıp çözüldü. Elimden büyük bir gürültüyle düştüler.
“Ne… neler oluyor bana anasını satayım?” diye fısıldadım, ama sesim çaresiz çıktı. O an içinde bir ürperti hissettim. Bu güç, bu kontrolsüz alevler, beni yakmıyor olabilirlerdi, ama zihnimi yakıyordu. Alevlerin üstümde dans edişi artık bir tehlike değildi, bir tehdit gibiydi. Kendi kendime durup düşündüm, ama ne kadar uğraşsam da bir anlam veremiyordum.
Gözlerimin önünde alevler hâlâ dans ediyordu. Elleri alevler içinde olan bir adam… Aklım bir türlü bu görüntüyü kabul etmiyordu, ama gerçek buydu. Zincirler artık çözülmüştü. Ancak, arkamdan gelen ağır adımları ve boğuk bir homurtuyu duyduğumda, tehlikenin hâlâ geçmediğini fark ettim.
Dönüp baktığımda, o devasa canavarın gözleri öfkeyle üzerime dikilmişti. Yarı yanmış, derisi çatlamış, devasa pençeleri havada savrulurken tekrar üzerime geliyordu. “Şimdi sıçtık!” dedim kendi kendime, ama korkunun yerini bir anda tarifsiz bir öfke aldı. İçimdeki alevler sanki daha da büyüyordu, ellerimdeki ateş parlamaya başladı, ama bu sefer yanmayı hissediyordum.
Canavar bana doğru pençesini savurdu. Ancak bu sefer kaçmadım, geri adım atmadım. O devasa pençeyi havada yakaladım. Elleri alev içinde olan bir adam… Pençeleri tutan bir adam… Canavar şaşırmıştı. Gözlerindeki o acımasız ifade yerini dehşete bıraktı. Ellerimden yayılan alevler hızla canavarın pençesini sardı. Kükremeye başladı, ama bu sefer kurtuluş yoktu. Pençeleri ateşle kavrulmaya başladığında canavarın vücudu titriyordu, ama kaçış yoktu. “Şimdi içinden geçeceğim!”
Alevler hızla canavarın vücudunu sarmaya başladı. Derisi çatladı, yanmaya başladı, ama kurtulmak için çırpındıkça daha çok kavruldu. Onun acı dolu kükreyişi kulaklarımı doldururken, ben hareketsizdim. Gözlerimi bir an bile kırpmadan canavarın yanışını izliyordum. Elleri alevler içinde olan bir adam… Bu benim kontrolümde değildi. Bunu ben istememiştim, ama bir yandan da durduramıyordum.
Canavar yanarken, içimdeki öfke ve nefret büyüyordu. Her şeyden, bu durumdan, yaşadığım onca acıdan kaynaklanan bir öfke. Canavarın bedeni alevler içinde yanarken, gözlerimi ondan ayırmadım. Öfkeli, ama bir o kadar da duygusuz bakıyordum. Onu izlerken, içimde bir şeyler kopuyordu, her şeyin parça parça dağıldığını hissediyordum.
Canavarın son kükremesi yankılandı, ama bedenini tamamen saran alevler, yavaşça onu küle çevirdi. Ben hâlâ orada duruyordum, alevlerin yankısı kulaklarımda çınlıyordu. Öfkemi dizginleyemiyordum. Ne olup bittiğini anlayamıyordum, ama bu anın bir parçasıydım. Bu gücün, bu alevlerin kaynağını bilmiyordum, ama beni tutsak eden zincirleri kırmıştı. Şimdi de canavarı küle çevirmişti. Gözlerimi bir an bile kırpmadan izledim. O son çığlıkları duyarken içimdeki öfke bana güç veriyordu.
Ama o an… her şey bulanıklaştı. Gözlerim kararmaya başladı, ayakta kalmak zorlaşıyordu. Birden, vücudumun gücü çekilmiş gibi hissettim. Gözlerim kapanırken nefesim kesildi, yere düştüm. Tüm dünya karanlığa gömülmeden önce tek hissettiğim şey, o sönmeyen alevlerin yavaşça içimdeki öfkeyle büyümeye devam etmesiydi.
İlinç kaybolduğunda, tüm dünya karanlığa gömülmüştü. Gözlerim kapalıydı sanki, ama bu farklıydı. Ne bir ışık, ne bir ses, sadece boşluk vardı. Neredeydim? Burası gerçek mi yoksa sadece zihnimin bir oyunu mu? Bilmiyordum. Hiçbir şey anlamıyordum.
Kendi içimde yankılanan bir sessizlik vardı. Zaman sanki durmuştu. Varlığım bu karanlıkta kaybolmuş gibiydi. Neden hareket edemiyordum? Niye hiçbir şey göremiyordum? Gözlerimi açmayı denedim, ama sonuç yoktu. Panik, yavaş yavaş içimi sarmaya başladı. Karanlık her yeri kaplamıştı ve sanki sonsuz bir boşluğun içinde sürükleniyordum.
Birden, o ölümcül sessizlik bozuldu. Kılıçların birbirine çarpma sesi kulaklarımda yankılanmaya başladı. Ardından alevlerin çatırdayan sesleri… Nereden geliyordu bu sesler? Neler oluyordu? Kılıç sesleri gittikçe şiddetlendi, alevlerin sesi kulaklarımı yırtarcasına yükseldi. Kaçamıyordum, kurtulamıyordum. Sanki sesler zihnimin derinliklerinde çınlıyordu.
Ve sonra, o sesi duydum.
“Beni duyuyor musun, Demon?”
Bir an donup kaldım. Bu ses… Tanıdık bir tını vardı içinde, ama kim olduğunu çıkaramıyordum. Tüylerim diken diken oldu. Kalbim hızla çarpmaya başladı.
“Ölmelisin, Demon… Senin gibi bir çocuk yaşamayı hak etmiyor.”
İçimde bir ürperti hissettim. Bedenimi kavrayan bir soğukluk, kalbime işleyen o sözler. Bu sözler… Bu sesi tanıyor gibiydim, ama aynı zamanda kime ait olduğunu bilmek istemiyordum. Boğazım düğümlendi, nefes almakta zorlanıyordum. Bunu hayal mi ediyordum? Yoksa gerçekten birinin sesi miydi? Kafamda yankılanan bu kelimeler, zihnimi paramparça ediyordu.
“Senin gibi bir hata yaşamak için yaratılmadı, Demon…”
O anda irkildim. Bu ses… Bu acımasız kelimeler… Babam mıydı? Yoksa sadece zihnimdeki bir kabus mu?
Karanlık her yanı sardığında, içimdeki sessizlikle boğuşmaya devam ediyordum. “Neden?” dedim sessizce, ama bu soruya cevap verecek kimse yoktu. O an tekrar duyuldu o ses, sanki içime işleyen bir soğukluk gibi:
“Ailenin utancısın, Demon.”
Sözler bıçak gibi saplandı. Tüm bedenim titremeye başladı, ama kime ait olduğunu hâlâ bilmiyordum. Bu ses, babamın sesi olabilir miydi? Kendi içimde bir savaş baş göstermişti; o sesin kime ait olduğunu bilmek istemiyordum, ama bu soruyu da susturamıyordum.
Aniden bir aydınlanma yaşadım. Babam! Evet, bu ses… Babama aitti. Ama neden şimdi? Neden beni böyle acımasızca yargılıyordu? Gözlerim kapalıydı, ama içimdeki o korku ve öfke giderek büyüyordu.
“Sen, kendi anneni öldüren bir pisliksin!” dedi ses, bu kez daha da sert, daha da soğuk bir tınıyla. O an boğazıma düğümlenen acı ve suçluluk tüm bedenimi sardı. Annem… Ona ne olduğunu bilmesem de bu suçlamalar içimi parçalıyordu. Neden böyle hissediyordum? Bu nasıl olabilirdi? Hayatım boyunca annemi hatırlayamamıştım, ama onunla ilgili bu lanetli ses her şeyi yıkıyordu.
Birden boynumda keskin bir soğukluk hissettim. Çelikten bir kılıç, boğazıma dayalıydı. Bir an için nefesim kesildi. O kılıcın ölümcül soğukluğunu damarlarımda hissedebiliyordum. Sanki hayatımın son anlarıydı.
“Lanetlisin!” diye yankılandı o ses bir kez daha. “Bu yüzden lanetler ortadan kaldırılmalı.”
Bu sözler beni yerle bir etti. “Hayır!” diye bağırmak istedim, ama boğazımdan çıkan sadece cılız bir nefesti. Zihnimdeki karanlık, o sesin yankısıyla doluyordu. İçimde bir fırtına kopuyordu, ama hareket edemiyordum, kaçamıyordum. Annemin yüzü gözümün önünden bir anlığına geçti… o son gördüğüm fotoğraftaki yüzü ve gülümsemesi. Bu düşünce içimi darmadağın etti. Suçluluk ve acı, ruhuma ağır bir yük gibi çökmüştü.
“Hayır!” dedim bu kez daha güçlü bir sesle, ama içimdeki boşluk giderek büyüyordu. Annemin silik sureti, zihnimde yıkılıyordu.
Boğazımdaki düğümle mücadele etmeye çalışırken, bir anda etrafımdaki dünya yavaşça dönmeye başladı. Yağmur hızlanmıştı, damlalar yüzüme vuruyor, soğuk toprağa karışıyordu. Nefes almak bile zorlaşmıştı. Yere, ıslak toprağa kapanmışken gözlerimi yavaşça açtım. Her şey bulanık, karanlık ve iç bunaltıcıydı. Kafamı kaldırmaya çalıştım, ama gücüm tükenmiş gibiydi.
Son bir çabayla ellerimi görebileceğim şekilde kaldırdım. Ellerimdeki alevler hala sönmemişti, parlak turuncu ve kızıl ışıkla yanmaya devam ediyordu. Ama artık bu ateşin sıcaklığını hissetmiyordum. Bu güç… benden mi geliyordu? Nasıl kontrol edeceğimi bile bilmiyordum.
Titreyen ellerimle o alevlere bakarken içimde bir şey koptu. “Bu… ben değilim,” diye mırıldandım. Ama kimdim ben? Bu güce sahip olmak ne anlama geliyordu?
Gökyüzünde bir şimşek çaktı, karanlık bulutlar arasında bir anlığına parladı. Yağmur yüzüme acımasızca düşerken, o ışıltı gözlerimi kör etti. Ama o şimşek sanki içimdeki karanlığı daha da derinleştirdi. İçimdeki boşluk büyüdü, zihnimde yankılanan babamın sözleri kulaklarımı delen bir çığlık gibi yeniden patladı: “Lanetlisin.”
Dizlerim üstüne çökmüş, ellerimde yanmaya devam eden alevleri izlerken, içimdeki korkunun ve yalnızlığın beni esir aldığını hissettim. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım, bu lanet peşimde olacaktı.
Birden, göğsümde bir ağırlık hissettim. Sanki devasa bir taş kalbime oturmuştu. Nefes almak zorlaşmıştı. Ellerim titredi ve o alevler giderek daha da parladı. Beni yutacakmış gibi görünüyordu.
Son bir kez derin nefes aldım. “Yeter…” diye fısıldadım kendi kendime, sesi duyulmayacak kadar zayıf. Ama içimdeki öfke ve çaresizlik arasında, durmadan yankılanan bir cümle vardı:
Bundan kurtuluş yok. Başımı son bir kez kaldırıp kararan gökyüzüne baktım. Yağmur şiddetlenmişti. Fırtına yükselirken, alevler hala ellerimde yanıyordu, ama artık ne anlamı olduğunu bilmiyordum. İster istemez gözlerimi kapattım. Her şey karanlığa gömülürken, yağmurun sesi bile artık duyulmaz olmuştu. Sadece derin ve sonsuz bir sessizlik kaldı geriye.
Devam edecek…
Yazar: Rikanymore
Görsel: Akatsuki Benjamin
Editör: Akatsuki Benjamin