Elitler Sınıfı - Cilt 21 - Bölüm 15
Yol boyunca fazla konuşmadık ve kısa sürede kafeye vardık. Hafta içi olduğu için, kafe neredeyse boştu ve oturacağımız yeri rahatça seçebildik.
Horikita’ya ne içmek istediğini sorduktan sonra cam kenarındaki bir koltuğu işaret edip önce onun oturmasına izin verdim. Kasada sırada bekleyen iki kişinin arkasına sessizce geçtik. Horikita oturduğunda bana biraz huzursuz bir şekilde baktı. Muhtemelen sırada ne konuşacağımızı bilmediği için kafası karışıktı.
Durumu nasıl ele alacağım, stratejiyi nasıl belirleyeceğim, hangi noktayı öncelikli, hangisini ikincil bir endişe olarak ele alacağım gibi şeyleri düşünmüyordum. Tüm bunları lider olarak Horikita’ya bırakmak istiyordum. O halde, ben ne yapacaktım? Neden Horikita ile baş başa zaman ayarladım?
Bu, yaklaşmakta olan özel sınav öncesi ona yeni bir güç kazandırmak içindi. Zihinsel olarak olgunlaştığı ve geliştiği için bu konuda ona güvenmeye karar vermiştim. Hem kendini hem de sınıfını tanıyarak bir dost bulmuştu. Bu yüzden bir sonraki adıma geçmek artık mümkündü.
Sıra bana geldiğinde iki karışık kahve siparişi verdim ve hazırlanmasını beklemek için kasanın yanında durdum. Yaklaşık iki dakika sonra kahveler hazır olduğunda bardakları tutarak Horikita’nın beklediği yere doğru yürüdüm.
“Teşekkürler. Parayı—”
“Gerek yok. Karaoke için sen ödemiştin. Ayrıca geçen gün öğle yemeğini ısmarlamıştın.”
“O halde teklifini memnuniyetle kabul ediyorum.”
İkimiz de sıcak ve aromalı kahveyi yavaşça yudumladık. Horikita’nın yüzüne bakarken nefes verdiğini ve yorgunluğunu görebiliyordum. Uyurken bile, hafta içi ya da tatil fark etmeksizin sürekli çalışıyordu muhtemelen.
“…Yüzümde bir şey mi var?”
Açıkça bakmamdan hoşlanmamış gibi gözüküyordu ve bana ters bir bakış att
“Hayır, sadece düşünüyordum. Saçların oldukça uzamış”
Sohbeti yönlendirmek için iyi bir yoldu, özellikle de karşıdaki kişi bu konuda hassassa. Parmaklarını saçlarına götürüp bakışlarını başka yöne çevirdi.
“Kısacık kestirmemin üzerinden neredeyse bir yıl geçti. Zaman ne çabuk geçiyor, değil mi?”
“Ağlıyordun o zamanlar.”
“Şimdi burada üzerine yanlışlıkla kahve dökülse ne olurdu?”
“Kesinlikle yanardım ve bunun yanlışlıkla değil kasıtlı olduğu da ortada olurdu.”
“Burada üstüne dökmeye çalışsam kesin sıyrılırsın değil mi?”
Karaoke’deyken Ryūen’in üzerime portakal suyu dökmeye çalıştığını görmüştü.
“Tam isabet ettirmek istiyorsan, beni sıkıştırman gerek ama… Kahve dökülmesi, portakal suyuyla kıyaslanamayacak derecede zarara yol açar.”
Bu tehditten sonra horikita’nın karşısından çekildim
“Neden koltuğunu çektin ki? Böyle bir şey yapmam. Bir kafede bu kadar sorun çıkarmam.”
“Lütfen bir sınıf arkadaşına kahve dökmekten kaçın.”
“Gerçekten… çok tuhaf birisin, biliyor musun?”
“Bu konuşmada tuhaf olanın ben olduğumu mu düşünüyorsun? Tuhaf olan sensin.”
Aslında sadece Horikita’nın tuhaf doğası tarafından yönlendirilmiştim.
“Tuhaf değilim. Sadece… bazen ciddiyetim yanlış yerlere denk geliyor.”
Nasıl yorumlarsanız yorumlayın, ona “garip” demek doğru olurdu; ama tabii ki bunu asla söylemezdim.
“Ee? Bu konuşmak istediğin konu değil, değil mi? Özel sınav hakkında konuşmamız gerekiyordu…”
Gerçekten de asıl konuya geçme zamanı gelmişti.
“Şu an çevremiz hakkında endişelenmemize gerek yok, stratejimizin içeriğini paylaşmak zorunda değiliz. Konuşmak istediğim konu başka bir şey. Bu özel sınava hangi zihniyetle yaklaştığını bilmek istiyorum.”
“…Şey, özür dilerim ama ‘zihniyet’ derken tam olarak ne kastettiğini anlayamadım.”
“Sınavı kazanmak için. Kafa yormak. Artık bunu başkalarıyla birlikte yapabiliyorsun. Yōsuke ve diğerleriyle her gün olduğu gibi ya da bazen Ike’ın liderlik ettiği grupla olduğu gibi. Ama burada yapmak istediğim şey, en azından şu anda, sadece benim ve senin arasında yapabileceğimiz bir şey. Bu özel sınavda eleme sorunu var. Geçmişe baktığında bunu hemen görebilirsin, ama ben şu an, önceki oylama sınavına göre içinde ne tür değişimler olduğunu bana anlatmanı istiyorum.”
Geçmişten anekdot getirerek Horikita’ya “zihniyet”ten kastımın ne olduğunu anlatabilmiştim.
“Bu sadece bizim aramızda yapılabilecek bir konuşma derken yanılmıyormuşsun…”
En içteki düşünceleri açığa vurma eylemi. Yoldaşlara güvenmek önemliydi ama liderin zayıflığını göstermesi kolay değildi.
“Zihniyetimin yanlış olduğunu düşünürsen beni düzelteceğini mi varsaymalıyım?”
“Uygun tavsiyeler verip veremeyeceğim başka bir mesele, ama kişisel görüşümü ifade etmeyi düşünüyorum.”
Bunu duyunca, Horikita duruşunu düzeltti ve gözlerimin içine baktı. Şimdi konuşmaya başlayacağını düşündüm, fakat Horikita gözlerini kısarak elini ağzına götürdü.
“Bu şüpheli.”
Söylemek istemediği bir şeyi ağzından kaçırmış gibi epey şaşırmış görünüyordu.
“Özür dilerim. Oldukça açık bir şey söyledim, değil mi?”
“Gerçekten o kadar mı şüphe çekiciyim?”
“Yani, benimle bu kadar ilgilenmen biraz… garip değil mi sence?”
“Bunu anlayabiliyorum, ama garip biraz fazla kaçıyor.”
“Evet, haklısın. Şey, biraz düşüncelerimi toparlamama izin ver.”
Bunu söyledikten sonra bir kez daha duruşunu düzeltti.
“Sana açıkça sormak istiyorum. Bu özel sınavda sonuncu olursak ne yapacağına karar verdin mi?”
Kimseyi okuldan attırmak istemiyordu. Ama birini seçmek zorundaydı. Durum farklı olsa da, oybirliğiyle yapılan sınavdaki aynı kararı vermesi gerekebilirdi.
“Bu cevaplaması zor bir soru, değil mi?”
“Öyle.”
“O günden beri kendime tekrar tekrar soruyorum. Doğru kararı verdiğimi düşünsem de bazen suçluluk ve pişmanlık hissediyorum. Bu düşündürücü bir his.”
Başını hafifçe eğerek mırıldandı.
“Gelecekte ne olacağını kesin olarak söyleyemem. Sadece ben değil, sınıftaki herkes her gün biraz daha büyüyor. Yeteneğe göre bir sıralama yapsak bile bu sıralama sürekli değişir.”
Bunu inkâr edemezdim. Bazen Ike en alttaydı, bazen de Hondō. Sınıf arkadaşlarının en altta olmaktan kaçınmaya çalışması nedeniyle gelecekte kimin eleneceğini belirlemek zor olurdu.
“Ama bir sonraki özel sınav farklı. En azından, sonuncu olursak iki seçeneği göz önünde bulundurarak hareket etmeyi planlıyorum. Biri daha az acı verici bir seçim, diğeri ise oldukça acı bir seçenek. Ancak çeşitli engeller olduğundan, daha az acı verici olanın gerçekleşeceğine dair bir garanti yok…”
Bunu iyice düşündüğü belliydi.
“Eğer sonuncu olursanız, birini seçip okuldan attırmak zorundasınız. Kimsenin elenmediği bir durum yok. Herkesi kurtaracak kadar Özel Puan da yok. Bunu göz önüne alarak iki seçeneğin var, değil mi?”
İkinci, acı verici seçenek istemeyerek de olsa birini elden çıkarmaktı. İstemese bile, lider olarak başarısız olanlar arasından birini seçmek onun sorumluluğundaydı.
“Hangisi olursa olsun, tereddüt etmeden seçim yapabilmek için kendi yolumu belirledim.”
Bu durumda blöf yapmasının pek bir anlamı yoktu. Eğer blöf yapıyor olsaydı bunu anlamak çok kolay olurdu. Horikita’ya baktığımda, saf ve doğrudan gözleriyle hangi tercihle karşılaşırsa karşılaşsın bir karar vermeye hazır olduğunu görebiliyordum.
“Anlıyorum. Eğer sonuncu olursak, çaresiz kalmayacağın belli oluyor.”
“Belki de kaybetmeyi hiç düşünmemem gerek ama elemeler olacağı için önceden karar vermekten kendimi alamıyorum. Bu utanç verici ve belki dalga geçersin diye düşündüm…”
“Dalga geçilecek neresi var ki?”
“Doğru… ama… normalde ilk kaybetmeyi düşünmezsin…”
“Eğer nihayetinde kazanmayı hedefliyorsan, ilk sırada veya son sırada olmak fark etmez. Kaybettiğinde ne yapacağını düşünmen sınıfa önem verdiğin için. Hepsi bu.”
“…Teşekkür ederim…”
Bana teşekkür etmesi için bir sebep yoktu, ama o benim tavsiyemi dinleme konumundaydı. Belki de bu yüzden Horikita dürüsttü.
“Korkularımın yersiz olduğunu anladığıma sevindim. Bir şeyler ters giderse, sana güvenebileceğimi biliyorum.”
“Oybirliğiyle yapılan sınavda bana yardım etmiştin. Ah, bu bilmek istediğin her şey miydi?”
Horikita, biraz rahatlamış bir şekilde bunu sordu, ancak cevap ne yazık ki hayırdı.
“Hayır, asıl konuya yeni giriyoruz diyebiliriz.”
“Öyle mi… Peki, konu ne? Kazanma stratejisinden bahsetmeyeceksen, kazanırsak ne olacağını mı merak ediyorsun? Hayır, yoksa…”
“Bu sınavı kazanmak, diğer sınıfları yenmek anlamına geliyor. Ve onları yenersek, alt sırada bir sınıf kaçınılmaz olarak oluşacak. Büyük bir olasılıkla birileri elenecek.”
“Sanırım öyle.”
“Ama o ‘birisi’yi seçmek senin kararın değil. Bu açık, ne demek istediğimi anlıyorsun, değil mi?”
“Tabii ki, her sınıf lideri kendi sınıfında düşünerek karar verecek.”
“Önceki başarısızlığından sonra kendi sınıfından birini eleme konusunda nasıl başa çıkacağını öğrendin. Ama sana yardım etmeseydim, sınıfın şu an ne durumda olacağını bilemezdik.”
“Ne kadar utanç verici olsa da bu doğru. Sınıfın parçalanmış olması şaşırtıcı olmazdı.”
“Hatalarından ders almak önemli ama her seferinde hata yapamazsın. Unutma ki bizi düşmekten koruyacak bir güvenlik ağımız yok. Esasen, en başından doğru cevabı seçmek ve adım adım ilerlemek, gerçek yeteneğin kanıtıdır.”
Biraz soğuyan fincanı tutarak Horikita sessizce kahvesini yudumladı.
“Kesinlikle haklısın, diye düşünüyorum.”
“Spesifik olalım. Mutlaka bir gün doğrudan belirli bir sınıfla karşı karşıya kalacağız. O gün geldiğinde, üç farklı gelecekle karşı karşıya kalacaksın. Biri sınıfımızın kazandığı, biri kaybettiği, diğeri ise ne galibiyet ne de mağlubiyet olan bir beraberlik. Hangi geleceği tercih edersin?”
“Tabii ki, sınıfımın kazanmasını istiyorum; başka bir seçenek yok.”
“O zaman geleceğe yeni bir şart ekleyelim. Sınıfın kazanıyor, fakat yenilen sınıfta bir kişi okuldan atılıyor. Bu durumda nasıl bir karar verirdin?”
“Özür dilerim, ama önceliğimiz zafer. Doğru seçim bu, değil mi?”
“Yani yine sınıfının zaferini seçerdin.”
Sorgulamam üzerine Horikita’nın dudakları hafifçe sıkıştı.
“Kazanmayı öncelik haline getirmek yanlış mı, tıpkı bu özel sınavdaki gibi?”
“Kimse bunun bir hata olduğunu söylemedi. Son bir koşul ekleyelim. Karşıdaki sınıf Ryūen’in sınıfı ve atılan kişi Ibuki Mio. Bu üç gelecekten hangisini seçersin?”
Bu şartı beklemeyen Horikita, doğal cevapları verdikten sonra durakladı.
“…Ibuki-san…?”
“Ne oldu? Üç seçenekten hangisini seçiyorsun? Kazanmak, kaybetmek ya da berabere kalmak mı?”
“Bir dakika. Ibuki-san, Ryūen-kun’a yakın birisi. Onun atılacak ilk aday olacağını düşünemiyorum. Bu geçerli bir varsayım mı?”
“Geçerli bir varsayım mı? Söylediğin garip. Bir varsayım sadece bir varsayımdır.”
“Ama—”
“Ibuki’nin pozisyonu ve güvenliği garanti altında değil. Ibuki’nin OAA değerlendirmesine göre, tamamen vazgeçilebilir durumda. Ryūen’in kişiliğini göz önüne aldığında, bu mümkün bir senaryo. Ayrıca, Ryūen’in birini atılmak üzere belirleme garantisi yok. Kaçınılmaz kazalar olabilir.” Bunu kararlı bir tonda söyleyince, Horikita isteksizce ağzını açtı.
“…Sınıfımızın zaferi için, Ibuki-san’ın atılmak zorunda kaldığı bir durumda bile kazanmayı seçmek doğal.”
“Hemen cevap veremiyorsun. Seçmek zorunda olduğun bir geleceği reddetmek istiyorsun.”
“Ne demek istiyorsun?”
“İlişkilerin hakkında her şeyi bilmiyorum ama diğer sınıflardan Ibuki’nin sana en yakın olanlardan biri olduğuna inanıyorum. Bu, onun ‘yakın’ veya ‘uzak’ olması meselesinden ibaret değil.”
“‘Uzak’ ilişki olup olmadığını düşünüyorsan, evet, bunu reddetmem.”
Göz temasını sürdürerek, önemli olmadığını ifade eden bir tavır sergilemeye çalıştı. Bunu reddetmediğini söyledi, ama aslında edemedi. Kendi de bunun farkında değildi; bu, temel içgüdülerden gelen bir savunma refleksiydi. Kabul etmek istememesi, bunun farkında olduğunu ve kabul etmesinin rahatsızlık vereceğini gösteriyordu. Görsel bilgiyle aldatmak mümkün olabilir, ancak işitme bilgisine gelince daha yüksek beceriler gerekiyordu. Davranışlarını kontrol etmeye çalıştıkça, kelimelerinde daha fazla ihmalkarlık oluyordu.
“Ama bu özel sınavda, bir öğrenci başka bir sınıf tarafından atılıyor. Yani, ilk kez beklemediğimiz bir öğrenci atılabilir.”
“Demek ki Ibuki-san bile bir istisna değil.”
“Eğer Ryūen, Ibuki’yi atmak için bir aday olarak belirlemişse ve onun atılacağını planladığı açıkça belli ise, kazanmak için Ibuki’yi saf dışı bırakan bir hamleyi yapabilir misin?”
Şimdiye kadar Horikita, heyecanlansa bile zaferde ısrar etmişti. Ancak ilk kez, daha önceki dirayetli tavrı tamamen kırılmıştı. Dolaylı bile olsa, Ibuki’nin onun eliyle okuldan ayrılmasına sebep olmak… Bir yıl önce olsa, Horikita bunu çok fazla tereddüt etmeden uygulayabilirdi. Ama şartlar değişmişti. Ibuki’yi tanımıştı. Onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve kim olduğunu derinden biliyordu. Düşman olmasına rağmen, şüphesiz bir arkadaş olmuştu.
“Neden… böyle bir şey soruyorsun?”
Cevap vermedi ama kaçmak istercesine soruyu geri fırlattı.
“Bu özel sınav, kurtulmak istediğin öğrencileri elemek için harika bir fırsat, ancak kolayca kaybedilebilecek olanları kaybetme mücadelesinin de temeli. Ibuki’ye saldırarak stratejik bir avantaj elde edebileceğini bildiğinde, bir lider olarak tereddütsüz öne çıkabilecek misin? Bunu doğrulamak benim asıl amacım. Şimdiden bunu düşünmeye başlamanın faydalı olacağını düşündüm.”
Bunu sınav günü söyleseydim, sınırlı süre ve savaşın gerginliği nedeniyle bununla sakin bir şekilde başa çıkmak zor olurdu. Bu yüzden şimdi konuşulması gereken bir konuydu.
“Yani… Ibuki-san gibi birini veya benzer konumda birini kaybetmeye hazır olmam gerektiğini mi söylüyorsun?”
“Hayır, farkında olmanın önemli olduğunu söylüyorum. Kendi sınıfına o kadar odaklanıyorsun ki diğer sınıfları yeterince tanımıyorsun. Sadece, ‘şu kişiden kurtulmak istiyorum, diğer kişinin okuldan atılmasını istemiyorum’ gibi düşünüyordun. Bu özel sınavı, nelerle karşılaşacağını net bir şekilde bilerek mi hazırlandın?”
“Pekala… hayır, yapmadım. Tek düşündüğüm kaybedersem zararı en aza nasıl indireceğim, acil durumda kimden vazgeçeceğim ve sınıfım için nasıl kazanabileceğimdi.”
Daha fazla inkâr etmenin faydasız olduğunu anlayarak, Horikita pes etmiş gibi kabul etti. Muhtemelen kimin üstüne gideceğini net olarak düşünmemişti. Elbette, birine karşı hamle yapmak istese bile kolay olmayacaktı. Bir lider olarak, yetenekli öğrencileri elinde tutmak isterdi çünkü yüksek bir olasılıkla. Birçok kişinin eleneceğini düşündüğünden, bu konuda fazla düşünmedi. Eğer orada düşünmeyi bırakırsa, durumdaki değişikliklere ayak uyduramayacaktı.
“Peki, bu sorunu nasıl çözmeliyim…?”
“Sana söyledim ya. Tek yapman gereken farkında olmak. Herkesin kendine özgü bir savaş tarzı var. Ryūen, karşısındaki kişiye karşı acımasızdır ve düşmanın en yetenekli öğrencilerini alt etmenin yollarını düşünür. Sakayanagi ise, gücünden bağımsız olarak, hoşlanmadığı kişileri hedef alır. Totsuka buna iyi bir örnek. Öte yandan, Ichinose’nin durumu farklıdır; karşısındaki kişiyi ihraç etmeyi düşünmez. Her birinin böyle eğilimleri, güçlü ve zayıf yönleri var.”
“Ama bana uygun savaş tarzının ne olduğunu henüz bilmiyorum…”
“Bu savaş da zaten sana bunu gösterecek. Düşmanı yenmek mi, kendini korumak mı? İkisine de dikkat ettiğinde savaş yolunu göreceksin. Amaçsızca savaşma. Bilinçli ol. Bunu yaptığın anda, gördüğün dünya büyük ölçüde değişecek.”
Horikita gözlerini kapattı ve dudaklarını hafifçe oynatarak kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Horikita, anlamış gibi görünene kadar sessizce onu izlemeye devam ettim.
“Açıkçası, şu an için bu farkındalığı koruyabileceğimi sanmıyorum.”
“Anladım.”
“Ama bunu özel sınava kadar kendime tekrarlayacağım. Eğer işe yaramazsa, sonrasında da tekrarlamaya devam edeceğim. Ne kadar ilerleyebileceğimi bilmiyorum… Üzgünüm. Yeterince iyi değilim…”
Kendini yeterince yanıt veremediği için alaycı bir şekilde eleştirdi.
“Bir yanlışın yok. Şimdiden bilinçli olmaya başladın.”
Tamamlanması şimdi mi, yarın mı yoksa biraz daha sonra mı, sadece bir zaman meselesi. Horikita Suzune adında bir insanı analiz etmeyi neredeyse bitirdim. Toplumda tanınabilecek yeteneklere sahip, sıradan insanlara göre daha yetkin biri. Bundan sonra da devam edecek uzun yolda mutlu bir hayat sürme niteliklerine sahip biriydi. Ancak gelecekte olağanüstü başarılar elde etmesi ya da gelecek nesiller için kalıcı eserler bırakması muhtemel görünmüyordu. Diğerlerinin birçok yeteneğini aşacak olağanüstü bir yeteneği yoktu. Ancak, burası henüz bir toplum değildi. Burası küçük ve olgunlaşmamış çocukların toplandığı bir okuldu. Bu minyatür, bahçe benzeri ortamda, hayal edilemeyecek yeteneklerini sergileme potansiyeline sahipti. Bu, Horikita manabu’nun bana öğrettiği yeni bakış açısı sayesinde oldu. Eğer ondan ders almasaydım, onun parlayan potansiyelini fark edemezdim.
“Söylemek istediğim her şey bu kadar.”
Horikita gözlerimin içine dikkatlice baktı ve gözlerini kaçırmadan doğrudan bakmaya devam etti.
“Hey—sen tam olarak nesin?”
“Ne demek istiyorsun?”
“Aynen öyle. Seni hiç anlayamıyorum…”
“Anlamana gerek var mı?”
“En azından lider olarak sınıf arkadaşlarımı tanımakta bir sakınca yok. Bir sonraki özel sınav için bile, ayrıntıları bilmek bizi avantajlı bir konuma getirir.”
Bireysel zorluklarda birinin güçlü ve zayıf yönlerini kavrayabilirse, bu kesinlikle doğru olabilirdi.
“Öyleyse Kōenji’yi anlıyor musun?”
“Onu tam olarak anladığımı söyleyemem ama genel bir fikrim var. Yanılıyor muyum?”
“…Doğru.”
Konuyu kendimden uzaklaştırmak için Kōenji’nin adını gündeme getirdim, ancak Kōenji’nin aslında nasıl biri olduğunu anlamak kolay ve basitti.
“A sınıfına ulaşmakla ilgilenmiyordun ve temelde çekingen ve asosyaldin. Ama farkına bile varmadan Karuizawa-san ile çıkmaya başladın, göze çarpacağını bilerek sınıfa yardım etmeye başladın. Yaptıklarında bir tutarlılık yok.”
“Bunu, büyüdüğüm anlamına geldiği şeklinde değerlendiremez misin? Ortaokulda silik bir çocuk olan biri, liseye başlamasıyla birlikte cesaret kazanmaya başlar. Yakında Sınıf A’ya yükselmeyi hedefler ve heyecanlanmaya başlar, bugünkü haline gelir—buna benzer bir şey.”
“Bunu böyle göremem. Hiçbir geleneksel kategoriye uymuyorsun. Bunda iyice eminim. Yaptığın her şeyin sıradan düşüncelerin ötesinde bir sebebi var. Çünkü…”
‘Çünkü” der demez, Horikita sözlerini yitirdi.
“…Böyle bir kişilik nasıl ortaya çıkmış olabilir, merak ediyorum. Çocukken nasıldın?”
“Şuan ki konumuz bu değil? Hangi tür bir çocuk olduğumu sorsan bile, gördüğün gibi hâlâ bir çocuğum.”
“Demek istediğim o değil. Çok daha küçükken, mesela hangi ilkokula gittin?”
“Bunu bilemezsin.”
“Bu her zaman doğru değil, değil mi? Beklenmedik bir şekilde aynı yerde okumuş olabiliriz.”
“Benzer bir şeyden zaten bahsetmiştim. Tekrar yapmak istemiyorum.”
“…Öyle mi? Üzgünüm, ama hatırlamıyorum, bir daha anlatır mısın?”
Kaçınmaya çalışsam da Horikita ısrarla sorular sormaya devam etti.
“Paylaşabileceğim bir şey değil. Bazı şeyleri kendime saklamak istiyorum.”
Daha fazla soru sorulmasından rahatsız olduğumu güçlü bir şekilde ifade ettim ve Horikita, isteksiz olsa da anladığını belirtti. Çok fazla bilgiyi bir anda aldığı için Horikita oldukça yorgun görünüyordu.
“Kendini sakinleştirmen için biraz dinlenmelisin,” dedim.
“Evet, haklısın…”
Bu yerden ayrılmadan önce içeceklerimizi bitirmemiz gerekiyordu. Henüz neredeyse hiç dokunmadığım kahve fincanımı aldım ve ikimiz de aynı anda içmeye başladık. Dilime ulaşan sıcaklık, ılıktı.
“Soğumuş.”
“Soğumuş, değil mi?”
“Beni taklit etme.”
“Lütfen beni taklit etme.”
Önemsiz bir meseleydi, ancak aynı düşüncede olmak garip bir şekilde komikti.
“Eh—?”
Abartmak istemem ama Horikita gözlerini genişçe açıp şaşkın bir ses çıkardı.
“Ne oldu?”
“Hayır… Şey… Az önce… azıcık güldüğünü gördüm…”
“Ha? Peki, bunda ne var ki?”
“Son iki yılda yüzünde böyle bir ifade gördüğümü hiç hatırlamıyorum…”
“Ne kadar kaba. Gülmeyi yeni öğrenmiş bir bebek değilim.”
Daha önce de benzer bir şey duymuştum ve pek çok kez gülümsemek için bilinçli bir çaba sarf etmiştim. O kadar da nadir olmamalıydı. Ama… Belki de…
“Evet, nadir bir an olabilir.”
O anda, bilinçli olarak gülümsediğimi hiç hatırlamıyordum. Bu, istemsiz bir duygu ifadesiydi
Şimdiye kadar bu tür kaç deneyimim oldu ki? Ne bir rol yapma ne de ortama ayak uydurma, sadece doğallık.
Bu zorluğun farkına varınca, ilginç geldi. Sanki boş bir çizim defterine bir damla renk eklenmiş gibiydi. Ne Kei’nin önünde ne de Yōsuke gibi bir arkadaşın yanında böyle bir ifade göstermemiştim. Bu ifadenin neden Horikita’nın önünde ortaya çıktığını bilmiyordum.
“Neden güldüm acaba? Gülümseyen sen olsaydın bilirdin, değil mi?”
Horikita’nın net bir cevap vereceğini umarak sordum, gözlerine bakarak komik bir durum olup olmadığını sordum. Ancak Horikita bakışlarını kaçırıp aceleyle cevap verdi.
“Ben… ben de bilmem. Bana bu kadar ciddi bir şekilde sorarsan bilemem yani.”
“Yani, özel olarak komik bir şey olmadı mı?”
“…Dediğim gibi, sorsan da bilemem.”
Başını yana çevirmiş olan Horikita, sesini biraz yükselterek iç çekti.
“Tuhaf düşüncelerin yüzünden, kendimi gülümsediğim için aptal gibi hissediyorum…”
Horikita, kahvesinin kalanını yudumlayıp ayağa kalktı.
“Konuşmamız bitti mi? Planlarım var, gitmeliyim.”
“Planın yok dememiş miydin?”
“Planım olduğunu yeni hatırladım.”
Ardından içtiği boş fincanı aldı.
“Bir dahaki özel sınav ve sonrasında yapacaklarımı kendim düşüneceğim.”
Önce geri dönmek üzereydi, ancak sanki bir şeyi hatırlamış gibi duraksadı.
“Ah, doğru, sana sormam gereken bir şey var.”
“Özel sınavda hariç tutacağımız kategoriyle mi ilgili?”
“Aynen öyle.
“Diğer sınıf arkadaşlarımız ne durumda?”
“Herkesten duydum, birtek senden duymadım. Kararı gerçekten yakında vermemiz gerekiyor.”
Görünüşe göre ben boş boş vakit geçirirken, Horikita diğerleriyle işleri çoktan halletmişti.
“Muhtemelen bir şeyi hariç tutmana gerek olmayacaktır ama ne düşünüyorsun?”
“Eğlence, müzik ve alt kültür.”
“Bu kategoriler dersle ilgili değil. Aynı seçimleri yapmışız.”
“Kararsız kaldığım başka kategoriler de vardı ama iyi olmadığım alanları elemek istedim.”
Haber, yaşam ve yemek. Muhtemelen bu alanlarda çok bilgili değildim. Ancak elediğim üç kategori, bunlardan daha zor kabul ediliyordu.
“Tamam, senin için bunları kaydedeceğim.”
“Teşekkürler.”
Beklenmedik bir şekilde, kendimi düşünmem için bir fırsat gibi geldi.
Çeviri: M.cannn_
Ayanokojiaynıben
1.5 promosyon ichi kebap
Edit: hotikita senpai