Alçakgönüllü Hizmetkârınız Kabahatli - Bölüm 4: #####
Önsözlük,
Taxue -> Karda yürümek
Batı Liang -> Aslen Güney Liang devletinin yıkılmasıyla arta kalan kalıntılardır. Güney liangda yerini chen devletine yani mevcut Liu Xi’nin soyuna bırakmıştır.
Shi -> Haklı, doğru
Yorum: Geçen bölüm vardır bir bildiği denen başhekimimiz.
Jia -> İliştirmek, taksit taksit eklemek
Yorum: Birazdan anlarsınız…
Bölüm 4:
Hastalık bir heyelan gibi gelir, ama ipek gibi yavaş yavaş açılır (yavaş yavaş iyileşmeyi beklemek anlamına gelen bir Çin deyimi). Liu Xi’nin hastalığı tam üç ay sürüyor. Birkaç günde bir uykuya dalmasına yardım etmem için beni çağırıyor. Bunu halka sadece saray hekimi Song’un tedavi edebileceği eski bir hastalığın nüksettiği şeklinde duyuruyor.
Sonuç olarak, Xi Hua avlusundan gelen görevi reddetmemi sağladı. Bunun yerine bir grup saray hekimi cariye Hua’ya bakmakla görevlendirildi. Bense tam zamanlı olarak imparatorun günlük yaşamından sorumlu olmak üzere görevlendirildim.
Bir gün ilaç almak için Saray şifahanesine geri döndüğümde, istemeden de olsa birkaç saray hekiminin dedikodusuna kulak misafiri oluyorum.
“Majestelerinin hastalığı, korkarım ……” Saray hekimi Jia tereddüt ederek konuşmaya başlıyor, ancak demek istedikleri çok açık.
“Belirtiler sıradan görünüyor ama Majestelerinin eski hastalığına benziyor. Korkarım zehirin kalıntıları hâlâ vücudunda duruyor. Saray hekimi Kıdemli Song vefat etti ve torunu saray hekimi Song henüz çok genç. Bu nedenle onun bunu yapıp yapamayacağını bilmiyorum.”
Zehrin kalıntıları hâlâ vücutta mı? Biraz irkiliyorum.
“Saray hekimi Song’un Majestelerine her gece akupunktur uyguladığını söylüyorlar. Aksi takdirde Majesteleri uyumakta güçlük çekiyormuş. Ancak yine de Majesteleri iyileşecek gibi görünmüyor. Korkarım ki…… bir gizem olarak kalacak.” Saray hekimi Jia iç çekiyor, “Majesteleri gibi iyi bir imparator, ne yazık ki …… “
“Neyse ki Cariye Hua hamile. Böylece şey… Öyle rahibin kayığı….binse bile”
“Hey!” Biri araya giriyor, “Bu sözler aramızda kalsa iyi olur. Eğer başkaları duyarsa, bu ölümle cezalandırılacak bir suç! Sarayda çalışırken, hala nasıl bu kadar açık sözlü olabiliyorsun!”
“Evet, evet, evet ……” Herkes çabucak aynı fikirde olurken artık düşüncesizce yorum yapmaya cesaret edemiyor.
Saray şifahanesinden çıktığımda trans halindeyim. Korkarım o insanların söyledikleri, saraydaki çoğu insanın düşündüğü şey. Bugünlerde saraydaki insanlar Xi Hua avlusuna gitme konusunda daha gayretli. İlk başta bunu normal bir dalkavukluk olarak görüyordum ama görünen o ki bundan daha fazlası var.
Liu Xi hakkında artık iyimser değiller, ona fazla zamanı kalmamış gibi davranıyorlar. Liu Xi öldüğünde, tahtın varisi kesinlikle Cariye Hua’nın karnındaki ejderha bebek olacak. Chen ülkesi her zaman bir kadın imparatora sahip olabilme opsiyonuna sahip olmuştur. Dolayısıyla, cariye Hua’nın karnındaki bebeğin prens ya da prenses olması hiçbir şeyi değiştirmeyecek. O sırada, cariye Hua, çocuğuyla birlikte imparatoriçe olacak. Ayrıca, ağabeyi orduyu kontrol ediyor, bu yüzden kim ona iyilik yapmaz ki?
İç çekiyorum. Yan Xiaowu’nun güzel bir sözü var, beden her şeyin başkentidir. Gençliğinden beri evsiz barksız oradan oraya dolaşmış, her türlü tepeden bakışa ve şiddete maruz kalmış. Yine de hayatta kalmayı başarmış. Eğer Liu Xi’yse, korkarım ki sadece bir parmak dürtmesiyle yere yığılacaktı.
Liu Xi’nin hastalığı ah …..
Gerçekten o kadar ciddi mi? Ama pek endişeli görünmüyor? Rol yapıyor olabilir mi?
“Saray hekimi Song, saray hekimi Song.” Fu Chun’un yüksek sesi beni korkutuyor. Ona bakmak için gözlerimi kocaman açıyorum. Gülümseyerek şöyle diyor: “Saray hekimi Song, Majesteleri size yarından sonraki gün Batı Liang’dan gelen elçiye Shanglin parkında bir av gezisinde eşlik edeceğini bildirmek için gelmemi söyledi. Siz de birlikte gideceksiniz, bu yüzden hazırlıklı olmalısınız.”
“Avlanmak mı?” Kaşlarımı çatıyorum, “Majestelerinin vücudu buna dayanabilir mi?”
Fu Chun şöyle diyor: “Majesteleri Batı Liang’dan gelen elçinin bize tepeden bakmasına izin veremez.” Ve çaresizce başını sallıyor: “Kısacası, Majesteleri zaten böyle karar verdi. Bu yüzden kendinizi hazırlayın ve bizi oraya kadar takip edin. Majestelerinin bedenini en iyi siz tanırsınız.”
Son cümle neden kulağa pek doğru gelmiyor ……
Liu Xi zar zor hayatta ama yine de ülkenin onurunu korumak için ava çıkmak zorunda, gerçekten dokunaklı …… Mektup yazmadan önce bir süre düşünüyorum. Sonra mektubu evime, Yan Xiaowu’ya teslim etmesi için birini gönderiyorum.
Bazıları Yan Xiaowu’yu Liu Xi’yi korumak için getirttiğimi düşünebilir. Aslında…… Onu beni koruması için çağırtıyorum. Başka bir yolu yok. Liu Xi’nin etrafında çok fazla imparatorluk muhafızı var. Benim zavallı hayatım onunkiyle kıyaslanamaz. Yan Xiaowu hâlâ daha güvenilir. Üstelik Yan Xiaowu her zaman avlanmak için Shanglin parkına gitmek istemiştir, bu yüzden bana minnettar olacak.
Beklendiği gibi, Yan Xiaowu mektubu aldıktan sonra gecenin bir yarısı saraya uçarak geliyor. İki yuvarlak gözü karanlıkta soluk yeşil bir ışık yayıyor.
“Xiao Ling Zi (ismindeki ‘Ling’i alarak ve ona bir hadım gibi hitap ederek), senin hakkında yanılmıyorum. Gerçekten de sadık ve temiz kalpli bir adamsın!” Yan Xiao Wu gülüyor.
Alnına bir tokat indiriyorum. “Hadi ordan, seni kalpsiz budala. Seni beni koruman için getirttim. Yan gelip yatmayı düşünme!”
“Elbette, elbette!” “Büyükbabana söz verdim, idamlık bir suç işlemiş olsan bile, seni kurtarmak için idam sehpasına kadar gideceğim!”
Büyükbaba, gerçekten her şeyi çok önceden planlamışsın ve bana hiç güvenmiyorsun ……
“Ama ……” Yan Xiao Wu bana yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya bakıyor, “Kendini çok fazla düşünüyorsun. Attan düşmenle sonuçlanacak kötü binicilik becerilerinin yanı sıra, başka ne şekilde ölebilirsin ki?”
“İçimde uğursuz bir önsezi var ……” “Shanglin parkı güvenli bir yer değil çünkü av sırasında her zaman bir şeyler olur. Bir keresinde uzun zamandır kayıp olan babasına kavuşmak için avlanma alanına giren bir kız yok muydu? Avlanma alanındaki muhafızlar çok güvenilmez. Herhangi bir kırlangıç ya da serçe buraya uçabilir, peki ya bir suikastçı varsa?” (Bu, adı “Küçük Kırlangıç” anlamına gelen başrol Xiao Yan Zi’nin uzun süredir kayıp olan babası imparatora kavuşmaya çalışan arkadaşına yardım etmek için av alanına girdiği, ancak daha sonra kayıp prenses sanıldığı Prenses Geri Dönen İnci’ye bir gönderme)
“Yani ……” Yan Xiaowu’nun aklı biraz yavaş çalışıyor ve bana şaşkınlıkla bakıyor.
“Hâlâ attan düşeceğim diye endişeleniyorsun.”
Bu kez söyleme sırası Yan Xiaowu’da: “Hadi ordan!”
Hayatıma hâlâ çok değer veriyorum. Her zaman tedbirli davranmak akıllıca olur, bu yüzden Yan Xiaowu’yu da yanlarına almaları için imparatorluk muhafızlarına haber salıyorum. Uzun zamandır büyükbabamı ve beni takip ediyor, bu yüzden saraydaki insanların çoğu onu tanıyor ve güvenlik riski yok. Her şeyi halletmek için on gümüş tael ödüyorum ama Yan Xiaowu’yu halletmek daha zahmetli. “Kıyafetler çok çirkin!” diyor.
Yan Xiaowu’yu siyah yüzlü imparatorluk muhafızlarından uzaklaştırıyorum.
“Av sırasında imparator, general Hua ve Batı Liang’dan gelen elçi önde olacak. Ben daha geriden takip edeceğim ve sen de benim yanımda olacaksın. Anladın mı?” Dikkatimi Yan Xiaowu’ya yöneltiyorum.
Yan Xiaowu kulaklarını çekiştiriyor, kaşlarını çatarak haritaya bakıyor ve bir yandan da bana bakıyor. “Bu durumda ava gidemez miyim?”
“En iyisi ava gitmemen.” Sakince haritayı kaldırıyorum, “Eğer kazara bir kızı vurursan, tüm hayatın mahvolur. Bir kızı değil de bir civcivi ya da tavşanı vurmuş olsan bile, bu da bir canlının canını almak. Altı ayak altındaki büyükbabam seni reddedecek.”
Yan Xiaowu mızrağını tutarak kasvetli bir şekilde yere oturuyor. Sonunda, yine de isteksizce dışarı çıkmak için beni takip ediyor.
Fu Chun benim için bir at getiriyor ve gülümseyerek şöyle diyor: “Bu Taxue, en uysal at. Majesteleri saray hekimi Song’un ata binmekte iyi olmadığını biliyor, bu yüzden sizin için uysal bir at bulmamı özel olarak emretti.” Atın boynuna dokunuyorum ve o da bana sürtünüyor. Gerçekten uysal ve aynı zamanda ruhani bir doğaya sahip. Mutlu bir şekilde şöyle diyorum: “Çok teşekkürler Hadım Fu Chun.”
“Asıl düşünceli olan Majesteleri.” Fu Chun giderken anlamlı bir gülümseme takınıyor.
Yan Xiaowu’nun gözleri ata dokunduğu an parlıyor, “Gerçekten değerli bir at, oldukça güzel görünüyor ……”
“Beğendin mi? İstemen için sana yardım etmemi ister misin?” Ona şüpheyle bakıyorum. Başını sallıyor, “Biraz beğendim ama yine de yeterince iyi değil. Biz erkekler hala en vahşi alfa atı evcilleştirmek için otlaklara bizzat gitmek istiyoruz. Bu tür bir at sadece bir hanımefendinin binmesi için uygun olabilir.”
“Hadi ordan!” Ona bir şaplak atıp, “Ata binmeme yardım et.” diyorum.
Yan Xiaowu’nun benim önümde hiçbir insan hakkı yok. Kendi kendine mırıldanarak emrime itaat ediyor ve nispeten daha aşağılık görünen bir atı almaya gidiyor (aşağılık atların daha güçlü olduğuna inanılır).
Bu sırada Batı Liang elçisine eşlik eden Liu Xi, üç bin imparatorluk muhafızının başında ortaya çıkıyor.
İlk defa Batı Liang’dan birini görüyorum. Uzaktan net olarak göremiyorum ama vücut ölçülerinin biz Chen ülkesi halkından daha büyük olduğu aşikâr. Sesi de çok daha yüksek ve net, uçsuz bucaksız kuzey çayırlarının atmosferi izlenimini veriyor. Buna karşılık, güney Chen ülkesinden gelen Liu Xi, yeşil tepeler ve berrak masmavi sulardan oluşan bir dünya gibi zarif ve nazik.
Liu Xi’nin yanında başka biri daha var. Kibirli ve otuz yaşın üzerinde görünüyor. Sert görünümü ve alnı cariye Hua’ya oldukça benziyor, bu General Hua olmalı.
İki tarafın da ne söylediğini bilmiyorum. Sadece Batı Liang elçisinin güldüğünü duyuyorum. O mağlup ülkeden. Tüm Batı Liang ordusunun yok edildiği bile söylenebilir. Yine de elçi hala böyle içten gülebiliyor …… gerçekten çok rahat…… çok profesyonel bir karakter!
“Yan Xiaowu.” Etrafıma bakınıyorum ve soruyorum, “Sence bugün bir şey olacak mı?”
Yan Xiaowu yayı kaldırıyor ve her yöne doğrultuyor. Sonunda bana nişan alıyor ve şöyle diyor: “Öleceksin ……”
“Seni bir kaşık nane limonda boğarım!”
Atın üzerinde olmasam, kesinlikle yüzüne okkalı bir tokat atacaktım.
“Ancak, burada benim gibi bir kahraman varken o kadar kolay ölemezsin.” Gülüyor ve mızrağı birkaç kez sallıyor.
O anda Liu Xi emir veriyor ve üç bin imparatorluk muhafızı atlarını dehleyip hızla dörtnala koşturmaya başlıyor…… Um, bekle, bu tam olarak doğru değil. Şöyle olmalı: Üç bin imparatorluk muhafızı atlarını mahmuzluyor ve atlar tasmalarından kurtulmuş köpekler gibi hışımla koşuyor.
İmparatorluk muhafızlarının arasına karışıyorum ve yüksek sesli tezahüratlar duyuyorum. Ardından kulakları sağır eden İmparator çok yaşa tezahüratları, ülkemiz ev sahibi olarak üstünlüğünü tam anlamıyla ortaya koyuyor.
Yan Xiaowu, iki ayıyı avlamak için kanatlarının olmasını dileyerek başını kaşıyor. Ben kayıtsız kalıyorum ve şöyle diyorum: “Sakin ol, sakin ol ……”
“Ben de …… oynamak istiyorum” Yan Xiaowu bana sanki bir şikayeti varmış gibi bakıyor.
Bir süre düşündükten sonra şöyle diyorum: “Avlanmak için iki gün var. Eğer bugün bir şey olmazsa, yarın gidip oynamana izin veririm.”
Yan Xiaowu’nun gözleri parlıyor ve şöyle diyor: “Sözünden dönemezsin!”
Elimi sallayıp şöyle diyorum: “Çok zahmetlisin, karı gibi cavlayıp duruyorsun! Bir de erkek olacaksın!” Muhtemelen Tanrı da Yan Xiaowu’nun oynamasına izin vermemi istiyor çünkü bugün her şey sorunsuz ilerliyor.
Liu Xi, av sırasında görüntü olsun diye bir karaca ve bir geyik yakalıyor. Bir süre dinlendikten sonra yeteneklerini tam olarak sergilemek için etrafındaki insanları topluyor. General Hua bir ayı avlarken Batı Liang’dan gelen elçi de geri kalmamak için çok vahşi bir şekilde gördüğü her şeye saldırıyor.
Gece avlanma alanının çevresine çadırlar kuruyorlar. Gündüzse avlanan hayvanlar pişiriliyor, şenlik başlarken tüm askerler birlikte eğleniyor. Liu Xi gülümseyerek birkaç kadeh şarap içiyor, sonra diğer insanların özgürce eğlenmesine izin vermek için erkenden ayrılıyor.
Yemeğimi yarılamıştım ki Fu Chun gelip Liu Xi’nin kendini iyi hissetmediğini söyleyerek beni tekrar çağırıyor. Yağlı ellerimi silerek aceleyle onu takip ediyorum. Ayrılmadan önce arkamı dönüp Yan Xiaowu’ya bağırıyorum: “Bana da biraz bırak, daha karnımı doyurmadım!”
Daha sonra bana sadakatle biraz geyik çükü ayırıyor. Onları bir grup insandan kapmanın kendisi için ne kadar zor olduğunu ve ne kadar besleyici olduklarını söylüyor — Evet, doğru bildiniz oradan ayrılırken yedi sülalesini ve tüm atalarını teker teker selamlıyorum.
Liu Xi’nin çadırındaki havaya hafif bir alkol kokusu sinmiş. Her iki yanağı da kızarmış. Gözlerinde nemli bir parıltı var. Belli ki %70 sarhoş.
Açıkça söylüyorum: “Seni tedavi etmeme izin vermeye devam edersen, hasta olmasan bile er ya da geç hasta olacaksın. Büyükbabam benim bir kasap olduğumu söyledi, ben de buna yürekten katılıyorum.”
Başını kaldırıp bana bakıyor, keskin bakışları beni olduğum yere çivileyecek gibi. İçgüdülerim bana önümde bir tuzak olduğunu söylüyor!
Soğuk bir şekilde: “Buraya gel.” diyor.
Yarım adım geri çekiliyorum.
“Sana buraya gelmeni emrediyorum.” Gözleri o kadar parlak ki, insanları ürkütüyor.
“Ben ……” Etrafıma bakıyorum ama kimse yok. Kaçmak istiyorum ama kapı yok. Yanlış bir şey yaptığımı düşünmüyorum, değil mi?
Ben daha net düşünemeden, o çoktan sabırsızlanarak bileğimi kavramak için iki adım öne doğru sendeliyor. Kurtulamayacağım kadar güçlü olmasını beklemiyordum.
Şimdi dehşete düştüğümü itiraf etmeliyim. Ama gülümseyen bir yüzle söylüyorum: “Majesteleri, düzgün otursanız iyi olur. Mütevazı hizmetkârınız şimdi nabzınızı kontrol edecek.”
Gülümsüyor ama bu bir alay mı yoksa küçümseme mi bilemiyorum. Her neyse, bu mutlu bir gülümseme değil. Elimi bırakmadan kanepeye oturuyor, bu yüzden eğilemiyorum bile. Yere oturmaktan başka çarem yok.
“Majesteleri, kendinizi nerede iyi hissetmiyorsunuz?” Dikkatle soruyorum.
Kısa bir süre sessiz kalıyor ve kısık bir sesle “Yan Xiaowu’nun saraya girmesine izin mi verdin?” diyor.
Ah, Yan Xiaowu ……
“Bugün av günü. Bir şey olacağından korktuğum için beni koruması amacıyla saraya girmesine izin verdim …… Tabiki majestelerini de ……” Sadece beni korumak dersem, imparatora karşı biraz saygısızlık etmiş olurum diye düşünüyorum ve Majestelerini de hızla araya sıkıştırıyorum.
Ancak o son kelimeyi duymazdan gelmiş gibi görünüyor. Gözlerini kısarak bana dik dik bakıyor. “Seni koruyamayacağımı mı düşünüyorsun?”
“Hayır, hayır ……” Cevap vermeden önce düşünmüyorum, her zaman önce inkar edip sonra tekrar söylerim. Sorusu çok erken sorulduğu için mantığını çözmeye vaktim olmuyor. Bu nedenle sadece spontane cevaplara güvenebilirim -kısacası dalkavukluk! “Majesteleri olağanüstü bilge ve güçlü. Savaşta yenilmesi mümkün olmayan üç bin imparatorluk muhafızıyla kimse Majestelerinin önünde kaos yaratamaz! Bu nedenle korunmaya ihtiyacınız yok!”
“Bu durumda, Yan Xiaowu neden saraya geldi?” Yoğun bir şekilde sorgulamaya devam ediyor.
“O …… saraya oyun oynamak için geldi! Ava gitmek istediği için bana yalvardı! Arkadaşım olduğu için kabul ettim!”
“Sana yalvardı ve sen de kabul mü ettin?”
“Ah …… ah ……” Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum, sadece ‘ah’ diyebiliyorum.
“Sana yalvardığı her şeyi kabul edecek misin?”
“Elbette prensiplerim var, her şeyi kabul edemem!”
“O zaman sana yalvarırsam da, kabul edecek misin?”
“Ah?” Gözlerimi kırpıştırıyorum ve hemen devam ediyorum: “Majesteleri, siz 9 ve 5’in hükümranlığındasınız (eski Çin inançlarına göre, 9 sayısı en yüksek sayıdır ve 5 sayısı ‘orta’ ya da ‘merkezi’ sayıdır. Böylece 9 ve 5 birlikte imparatoru sembolize eden yüce bir kombinasyon olarak görülmeye başlandı), neden insanlara yalvarmanız gerekiyor! Sözleriniz bu dünyada kimsenin saygısızlık etmeye cesaret edemeyeceği bir imparatorluk fermanıdır!”
Duraklıyor ve sahte bir gülümseme takınıyor. “Ama senin gözlerinde, bana hiç dikkat etmiyorsun ya da saygı duymuyorsun.”
Ağzımdan kaçırdım. “Çünkü Mütevazi hizmetkârınız Majestelerini kalbinde taşıyor!”
Gözleri parlarken sabit bir şekilde bana bakıyor ve nefes alış verişi hızlanıyor. “Gerçekten mi?”
Ona sadece iltifat ediyorum. Bunu ciddiye almayacaktır değil mi…… ama pohpohlamamı çoktan ortaya bırakmıştım ve botlarını yalamamı çoktan kabul etmişti…… bu yüzden şimdi duramıyorum…… kendimi söylemeye zorluyorum: “Tabii ki……”
“Lingshu ……” bileğimdeki tutuşu gevşiyor. Yavaşça yaklaşıyor, acı alkol kokusunu daha da yakınıma getiriyor. Geriye doğru hareket ediyorum ama ne zaman belime dolandığını bilmediğim bir kol tarafından öne doğru çekiliyorum. Sonra sıcak bir dudak hafifçe alnıma dokunuyor.
Tüm vücudum kaskatı kesiliyor. İki elimi de kararsızca göğsüne koyuyorum, böylece göğsünün yoğun hareketlerini net bir şekilde hissedebiliyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum. Onu uzaklaştırırsam …… Daha trajik bir şekilde mi öleceğim?
“Majesteleri …… Mütevazi hizmetkârınız nabzınızı kontrol edecek, lüt ……” dudaklarıyla sözümü kesiyor.
Beni sertçe sıkarak öpüyor, ani bir sersemlik anı yaşarken nefessiz kalıyorum.
Boğulup ölmek üzereyken kısık ve boğuk bir sesin şöyle dediğini duyuyorum: “Nefes al.”
Başımın üzerinde bir sürü yıldız dönüyor……
“Lingshu nefes al.” Biri yüzüme tokat atıyor.(gaibten gelen bir ses ve tokat olmalı)
Yan Xiao Wu haklı. Öleceğim……
Nefesimi toparlayamasamda kendime geliyorum.
Liu Xi bana sarılıyor ve öpüyor.
Bu beni ölümüne korkutuyor. Büyükbabam yine yukarıdan küfrediyor olmalı. Yan Xiaowu’nun küçük Liu Xi’den daha güvenilir olduğunu söyledi, ve bana ondan(Liu Xi) uzak durmamı tembihledi. Büyükbabamın söyledikleri mantıksız. Küçük Liu Xi imparator olduktan sonra, mesafeyi korumak istesem bile bunu yapamayabilirim. Eğer hükümdar tebaasının ölmesini istiyorsa, o zaman …… ölmemelidir…… (asıl atasözünün sonu ölmelidir)
Liu Xi beni kucakladıktan, öptükten ve taciz ettikten sonra memnuniyetle şöyle diyor: “Gelip sarayda yaşamana izin vermem için çok fazla beklemene gerek yok.”
Bu cümle beni yine ölesiye korkutuyor.
Ancak bunu göstermeye cesaret edemiyorum, korkudan titreyerek uysalca ayrılıyorum.
Beni cariyesi zannettiğine göre sarhoş olmalı, değil mi? Sana yemen için bir parça şeker verir, yani sana eş statüsü ve gelecek vaat eder, ama ben onun cariyesi olmayı hiç mi hiç istemiyorum.
Dalgın dalgın kendi çadırıma dönüyorum. Yan Xiaowu sormadan edemiyor: “Kerevit falan mı yedin? Ağzın yüzün şişmiş.”
ÇN: Büyükbaba bilge adammış… Kesinlikle en çok böyle yakışıklı karizmatik uysal ve jön tiplerden korkucaksın. Bak Yan Xiaowu’ya tipsiz beş parasız belki ayaklarıda kokuyor ama evlenilecek adamın önde bayrak sallayanı…