Bilge Okuyucu - Bölüm 36 – Güneş Balığı (1)
Bölüm 36 – Güneş Balığı (2)
Çok geçmeden -1deki ‘gizli zindanın girişine’ ulaştık. Ben, herkesin arkasından telefonuma bakarak ilerliyordum.
「…ağır bir baş ağrısıyla, gözlerini zar zor açan Yoo Jonghyuk’un bilinci yerine geldi.
‘Bu hayattan vazgeç.’
Yoo Jonghyuk’un 8.seferinin sonu, böyle bitti. 」
Olamaz. Böyle olmaması gerekiyordu henüz.
…kahretsin! Bu çocuk bu zindana neden 3.seferinde indi? 2.seferindeki gibi dikkatli davransaydı, senaryoları yarılayabilir, hatta yarısından fazlasını geçebilirdi bile.
Kafamı kaldırdığımda Jung Heewon ile göz göze geldik.
“Dokja, neye bakıyorsun?”
“…Ah, takvime… tarih kavramını unuttum bu olaylar yüzünden.”
Aslında takvime bakmak bile daha ilginç olurdu. Bazen bu hikayeyi nasıl bitirdiğimi inanın ben de bilmiyorum ve sorgulamadan da edemiyordum kendimi.
Jung Heewon kafasını Lee Jihye’ye çevirmeden önce bana şüpheli gözlerle baktı.
“Evet… Adın Jihye idi değil mi? Sen de kılıç kullanıyorsun?”
“Evet, kılıçları severim.”
“Harikalar değil mi ya. Güzel zevkin varmış.”
“…Abla senin de öyle.”
Jung Heewon, Lee Jihye’nin kılıcını izleyerek gülümsedi. Gayet pahalı bir kılıçtı, parıldıyordu. Belki de Yoo Jonghyuk vermiştir.
“Kılıcın çok güzelmiş.”
“Ah, Ustam hediye etti. seninki…?”
“Benimki… ben de kendi kılıcımı seviyorum.”
Jung Heewon trol boynuzundan yapılmış kılıcıyla başkasının belindeki kılıca bakıp durdu.
Kötü bir şey yapmamıştım ama kendimi kötü hissetmekten alıkoyamadım. Lee Jihye’ye takılıp dikkat dağıtmaya çalıştım.
“Hey, Heewon ile konuşuyor beni görmezden mi geliyorsun?”
“Uh… şey, benden… büyük kadınlara hep hayran kalmışımdır.”
Lee Jihye titrek bir sesle cevap verdi. Jung Heewon kafasına hafif vurarak güldü. ‘iblis avcıları’ arasında farklı bir bağ vardı herhalde. Lee Jihye, Heewon’un elinden kaçamadı ve gülümsedi.
“Bir sorum var. Neden ustayı kurtarmak istiyorsun?”
“Partneriz çünkü.”
“Bırak yalanı.”
“İşe yarar birisi.”
“…Usta gibi konuştun.”
[Takımyıldızı ‘Gizli Entrikacı’ gerçekten ne düşündüğünüzü merak ediyor.]
Sadece Lee Jihye’nin sponsoru değil, diğer takımyıldızları da neden onu kurtarmaya gittiğimi merak ediyor olmalılar. Sonuçta, YJH beni ilk fırsatında öldürmek isteyen birisi. Benim onu kurtarmaya gitmem… garip karşılanıyordur.
[Takımyıldızı ‘Şeytani Ateş Yargıcı’ arkadaşınıza yardım etme isteğinizi beğendi.]
[100 ile ödüllendirildiniz.]
Bir yanlış anlaşılma var galiba. Fakat Şeytani Ateş Yargıcı… baş melek Uriel’in beklentilerinin aksine, onu kurtarmak için kendimce sebeplerim vardı.
Asıl amacım, ölümünden sonra regresyon geçirmemesini sağlamak için, regresyonu engellemekti.
Ölümden sonra regresyon.
Kulağa hoş geliyor değil mi? Reenkarnasyon gibiydi. Kişinin, kendisini ve çevresini tanıyıp bildiği.
‘Regresyon mührüne’ sahipseniz, öldüğünüz zaman bu mühür sizi tekrar hayata döndürüyor. Başrolün böyle ‘hileli’ bir yeteneği vardı işte.
Buraya kadar her şey güzel hoştu….
Sorun aslında tam olarak şu : regresyon yeteneğinin, çevresindeki oyuncuları etkilemesi, durumun karmaşık bir hal alması.
「Regresyon geçirdikten sonra, dünyada neler oluyor? 」
Yan karakterlerden birisi, Yoo Jonghyuk’un regresyonları 2’li rakamları geçtiği zamanlarda sormuştu bu soruyu. Kimin sorduğunu hatırlamıyorum ama ona verdiği cevap dün gibi aklımda.
「 …Ben de bilmiyorum. Daha fazla insan yaşayabilsin diye her zaman dikkatli davranıyorum. 」
Mantıklıydı fakat Yoo Jonghyuk, terk ettiği dünyayı bilmiyordu.
Dahası, HKY’de sonrasında ne olduğuna dair bir tanım, açıklama da yoktu.
Bilim, büyü… her neyse.
İşte bu yüzden gerildim ben de. Regresör kaybolduktan sonra dünyaya ne oluyordu?
Regresyon ile beraber sıfırlanıyor muydu? Yoksa yeni bir paralel dünya mı oluşuyordu?
Eğer 2.düşüncem gibi paralel dünya oluşuyorsa, şanslıyız demektir.
Fakat sıfırlanıyorsa, işte o zaman sıkıntı.
“Abi?”
“Ah, efendim?”
Gömleğimin ucundan tutup çekiştiren Lee Gilyoung, endişeli bir tavırla bana bakıyordu.
“Geldik galiba?”
[Bölge dışına çıkıyorsunuz. Senaryo alanının dışına çıkmanız tehlikelidir.]
Böyle bir mesaj çıktı birden bire. Fakat gizli zindan, Chungmuro’nun içinde sayıldığı için, dikkate almadım.
Köşeyi dönünce çıkış 1 gözüktü. Meşum ve gölgeli bir zindan girişi bizi karşıladı.
[Gizli bir zindan keşfettiniz!]
[Bu zindanı sizden önce başkası keşfettiği için, ilk keşif ödülünü alamayacaksınız.]
[Gizli Senaryo Başlıyor!]
+
[Gizli Senaryo – Tiyatro Zindanı]
Kategori: Gizli
Zorluk: A-
Görevler: Tiyatro Zindanının Ustasını Yen.
Süre: Yok
Ödül: 4,000 puan
Ceza: ―
+
Şaşıran Lee Jihye tereddüt edip bir adım geri attı.
“…bu.. ne? Tiyatro… Zindanı ..mı?”
Lee Gilyoung sesi titreyerek konuştu. Ilk defa gizli bir senaryoya denk geldiler galiba. Bu yüzden şaşırmış olmalılar.
Jung Heewon : “Zindan olan bir tiyatro, ha… romantik bir havası var.”
Romantik… ne kadar korkutucu bir tiyatro olabileceğini bilmediği için söylenen sözlerdi. Tiyatroya girdik. Çok fonksiyonlu gözüken tanıdık bir lobi çıktı karşımıza.
[Tiyatro Zindanına girdiniz.]
Kasvetli zindana girerken hepimiz gerildik. B1’den başlayıp 8.kata kadar çıkan toplam 9 katlı bir bölüm açıldı.
“Abi, posterler yırtık. Kim yapmış olabilir sence?”
“Bilmem.”
Bilmediğimi söyledim fakat biliyordum.
‘Tiyatro Zindanının’ özü olan duvarlardaki posterlerdi. Yoo Jonghyuk katları çıktıkça posterlerin icabına bakmış olabilir diye düşündüm. Amacı, tüm ödüllere sahip olmaktı çünkü.
Yırtılan posterler dışında B1’de ilginç başka bir şey yoktu: ne canavar ne de ürün(item). bir kenarda yıkık dökük bir kapıyla yıkılmış bir asansör idi.
Lee Jihye : “Burası zindan değil mi? Niye hiç kimse yok?”
“Bir şeyler çıkar yakında.”
“…burayı biliyor musun?”
“Biraz.”
“Nasıl bilebilirsin ki? Ahjussi, sen biraz garipsin. Yoksa senin 2.seferin falan mı?”
Ustasından bahsediyor herhalde. Onun 3.seferi, benim değil.
Ardından Jung Heewon söze karıştı: “Dokja’nın sponsoru sayesinde bilgisi fazla.”
“…öyle mi?”
Bu iki kadını kendi hallerine bırakmaya karar vermişken Lee Gilyoung’un kafasındaki böcek hareket edip durmaya başladı. Lee Jihye tam kılıcını çekip hazır ola geçmişken sağ elimle ağzını kapattım.
“Şiii, arkamızda biri var.”
Yavaşça derin bir nefes aldığımda, sesler duyuldu. Üst kattan…? yoksa… lobiden mi geliyordu sesler? Başta Yoo Jonghyuk sandım ama onun sesi değildi.
“…Emin misin? burda… burada bir sürü şey var.”
“Eminim. Bilgiyi, 1,000 puana aldım.”
“Kahinlerden mi?”
“Evet. Onlar can sıkıcılar ama bilgileri doğru.”
Insanların konuşma sesleri işitildi. Merdivenlerden çıkıp onlara yaklaştık. 1.kattaki lobide toplanmış 4 kişi vardı.
Lee Jihye fısıldayarak : “Kim bunlar? Chungmuro’da bu yüzleri hiç görmedim.”
“Belki de yer üstünden girmişlerdir.”
“Yer üstü mü? Zehirli sis yok mu? Dahası… bu senaryo―”
“Her istasyonda farklı sürelerde çeşitli senaryolar oluyor. Bizim istasyondan önce senaryolarını tamamlamış olabilirler. Sise de çok maruz kalmadılarsa, biraz fare etiyle sisin etkisi geçer.”
Açıklamama ben de inanmakta zorlanıyordum. Doğru bilgiydi fakat yine de kafa karıştırıcıydı benim için de.
‘Kahinlerden mi bu bilgi de?’
Yoo Jonghyuk’un hayatında böyle bilgiler yoktu. Yoo Jonghyuk ile beraber bu gizli zindanı bilen nadir insanlardan olmalıydık.
Bu farklılığa sebep olan neydi?… tabii ki sebebini bulmak zorundaydım.
“Hadi içeri girelim.”
Konuşan adamların üzerinden mavi bir ışık yansıyordu. Ardından beyaz bir ışık etraflarını sararak gözden kayboldular.
“…Onlara ne oldu, nerdeler?”
Jung Heewon bana dönüp sordu fakat cevabını bilmediğim için bir şey diyemedim.
Etraftaki posterleri aramaya koyuldum. Ilerledikçe posterlerin bir bir yırtıldığını gördüm… duvarın sonuna ulaştığımda yırtılmayan bir poster vardı. Üzerindeki yazıyı okudum.
Steven Spielberg, Samuel L Jackson, Jeff Goldblum…
Salak bu çocuk ya… tek bunu mu bırakmış yani? 3.seferinde olduğunu belli ediyor, ha.
O sırada tekrar ışık yansıdı. Bu sefer ışık bizim üzerimizdeydi.
Işığın ani yansımasıyla şok olan Jihye ile Gilyoung bir adım geri atıverdiler. Fakat bu ışıktan kaçmanın yolu yoktu. Işıktan çok ‘ışın’ desek yeridir.
Jung Heewon’a fısıldayarak sordum, “Heewon, film sever misin?”
“Tabii, bayılırım. Ya sen?”
“Bundan sonra sevmeyeceğine eminim.”
“Ne, ne ima ediyor―”
[Projeksiyon ışığına maruz kaldınız.]
[Tarama birazdan başlayacaktır.]
Etrafımızı çevreleyen alan yavaş yavaş değişmeye başladı. Basit bir ilüzyondan ibaret değildi: 4 Duvar aktif olmadı otomatik olarak.
Yerdeki eski püskü muşambanın yerini yeşil çalılar alırken, resepsiyon masası ve patlamış mısır standı yağmur ormanına dönüştü. Karanlık tavansa, uçsuz bucaksız mas mavi bir gökyüzüyle kaplandı. Güzel bir adanın ormanında keşfe çıkmış gibiydik.
Lee Ji-hye bağırarak, “Burası neresi be böyle?”, etrafındaki çalılara ve ağaçlara saldırdı.
Fakat sonuç değişmedi. Lee Gilyoung ise, sakin bir tavırla etrafta böcek aramaya koyuldu.
Yakınımdaki ağaçlara dokundum, nemli bir dokusu vardı : Mezozoik çağdan kalma bir yağmur ormanıydı. Huzur Evi’ndeki Hayalet Taşından farklı bir gerçeklik vardı burada. Bu zindanın 8.katındaki tiyatro ustasının gücü buydu işte.
“Bir filmin içindeyiz.”
“…ne kadar boktan iş varsa bizim başımıza gelir zaten.”
Okuduğum roman, yaşadığım gerçeğe dönüşmüşken bir filmin içine girmemizi garipseyemiyordum artık.
Jung Heewon hemen uyum sağlayıp durumu anladı.
“Ahjussi, bu ne filmi peki?”
“Birazdan anlarsın.”
“…Söylesen, ölür müsün?…. durun, bu çocuk ne yapıyor…?”
Çalıların içinde bir hareketlilik oldu, Gilyoung’un önüne bir böcek zıplayıverdi. Kocaman avcı bir Peygamberdevesine benziyordu. Ortalama 40 cm büyüklüğündeydi. Lee Jihye korkup çığlık attı.
“Hey, çocuk! Geri çekil!”
Fakat Lee Gilyoung, bu yaygaraya sakin bir şekilde cevap verdi.
“Avcı Peygamberdevesi değil. Tirias döneminden, Titanoptera.” [1]
“Ne?”
Lee Gilyoung, titanoya elini uzattı. Böcek ondan kaçınmadı ve dokunmasına izin verdi. Ardından ikisinin de üzerinde mavi bir ışık belirdi.
Lee Jihye yüzünde aptal bir ifadeyle onları izledi.
“Bu… neydi şimdi?”
“Fabre.”
Lee Gilyoung’un değeri gittikçe daha çok anlaşılıyordu. Onu getirmekle doğru bir karar verdiğimi anladım tekrardan. Bu çocuğun yeteneğiyle, geçitten daha kolay geçebiliriz diye düşünmeden edemedim.
Dev avcı peygamberdevesi ağzını oynattı, Lee Gilyoung ise başını salladı. Neler oluyor anlayamadım fakat konuşuyor gibi bir halleri vardı. Bir süre sonra, Gilyoung’un rengi solmaya başladı
…bu neydi ki?
Lee Gilyoung bana dönerek : “Abi!”
Konuşur konuşmaz, bir sallantı sesi duyulmaya başladı. Büyük bir hızla bir şey, palmiye ağaçlarını yararak yaklaşıyor gibiydi.
Kuoooooh!
Yağmur ormanında dev sürüngenin ağzı, kırmızımsı bir kanla kaplıydı.
Önden üstü başı kan olan adamlar koşmaya başladı. Bu adamlar, girişte gördüğümüz insanlardı.
“Kuaaack!”
“İ-imdat!”
Lee Jihye geri adım atıp Jung Heewon’a döndü.
“Bu filmi biliyorum ben.”
“…Evet, ben de.”
Ortalama 10-12 metre uzunluğunda, sert bir deriye sahip, kaslı bir canavar.
Mezozoik çağının en güçlü avcısı mı demeliyim, bilemedim.
Ilk bakışta, 7.seviye bir canavara benziyordu. Zindanın ilk katı olduğunu düşünürsek, zorluk derecesi…fazlaydı. Hatta kalp ritmimi arttıracak kadar. Fakat ne kadar zorsa, o kadar çok ödül büyük demekti.
Kılıcımı çekerek : “Savaşmaya hazırlanın.”
Yoo Jonghyuk, konusunu beğenmemiş olabilirdi. Tiyatro Zindanının ödülü, bu filmlerin konularına bağlıydı. Dinozorların olduğu bir filmden iyi bir ödül çıkmayacağını düşünmüş olmalı. Ama bilmediği bir şey vardı.
Bu filmde, iyi bir ödül vardı.
“…ciddi misin? Bununla mı savaşacağız yani?”
“Çıkış kapısını açmak için onunla mücadele etmek zorundayız.”
“Çıkış mı?”
“Uzun bir film. Unuttunuz mu?”
Bir tiranozor hızla yaklaştı. Adanın merkezindeki laboratuvar arkasından görülüyordu. Tabii laboratuvarın çatısında bir helikopter bekliyordu.
Bu bir filmdi. Tiyatro Zindanı ustasının, gerçeğe dönüştürdüğü bir film.
Dahası, buradan kaçmanın tek bir yolu vardı.
“Hadi, büyük kaçış başlasın.” (Ç.N: Prison Break’e gönderme)
[1] :Titanoptera
DÜŞÜNCE VE GÖRÜŞLERİNİZİ YORUM YAPARAK ÇEVİRMEN VE EDİTÖR ARKADAŞLARIMIZI CESARETLENDİRİNİZ 🙂