Our Second Master - Bölüm 3: İkinci Ustamız Zorbalığa Uğruyor!
Bölüm 3: İkinci Ustamız Zorbalığa Uğruyor
O günden sonra, merhemi sürmek ve İkinci Usta’yı beslemek için bir yöntem buldum. Sevinilecek ve kutlanacak bir şeydi. Daha sonra İkinci Usta beni azarlamayı bıraktı ve sanki ben yokmuşum gibi davranmaya başladı. Her gün aynı pozisyonda yatıyor, gözlerini kocaman açmış tavana bakıyordu. Yedi, içti ve yatağa işedi. Yemek, içmek ve işemek demişken, ilk ikisi için ben, sonuncusu için de İkinci Usta acı çekiyor.
Yataktan inemediği için, aralıklarla odaya girip ona hizmet etmek zorundayım. İkinci Usta ufaklığı sulamaya çıkartmak için ölü bir balıkmış gibi davranabilir. Sadece pisuar kabını doğru açıda tutmam gerekiyor. Ama büyük abdest… Onun canını almak gibi. Oturması için onu desteklemem gerekiyor. Oturtmak dediysem de, daha çok kalçasını desteklemek ve ardından taharet kabını altına yerleştirmek gibi bir şey. Çünkü İkinci Usta’nın sağ bacağı tamamen gitmişti, kalçanın biraz bile hareket etmesi yarayı dürtecekti. Ancak kaka yapmak için bacaklarınıza biraz güç uygulamaktan kaçınamazsınız ve biraz güç uyguladığınızda her iki taraf da baskılanır. İkinci Usta her hareket ettiğinde ‘heng heng ah ah duo duo suo suo’ (acı ve efor sesleri) duyuluyor. Kaka, çiş, soğuk ter ve gözyaşları – evdeki atmosfer olabileceği en korkunç durumda.
Ama günler böylece geçti.
Bir ay sonra İkinci Usta’nın yaraları iyileşiyor. Birinci Usta ve Yuan Sheng henüz dönmedi ama ev halkı neredeyse dağılmak üzere. Avluda çömelip düşünüyorum, eğer para kazanılmazsa, yaklaşık dört beş gün sonra İkinci Usta lapa suyu bile içemeyecek. Böylece, satmak için bir şeyler yapmaya karar veriyorum. Ne satmalıyım? Biraz düşündükten sonra el işi yapmaya karar veriyorum. Sadece maymun görünümüme bakmayın, aslında çevik bir çift elim var. Gün içinde, İkinci Usta’ya baktıktan sonra, çiçek ve eğrelti otları toplamak için şehrin dışındaki tarlalara koşuyorum. Sonra eve dönüp çiçekten taçlar, kolyeler ve bilezikler yapıyorum.
Şu anda güzel bahar mevsimi. Her gün zengin beyler oynaşlarını şehir dışında gezmeye götürür. Ben de mallarımı satmak için şehir kapılarında duruyorum. Aslında oldukça iyi satış yapıyorum. Sadece biraz yorucu. Çünkü çiçekler ve eğrelti otları bir gecede soluyor ve iyi görünmeleri için taze olmaları gerektiğinden her gün dışarı çıkıp taze taze toplamam gerekiyor. Ama para kazanmam iyi oldu, İkinci Usta’nın açlıktan ölmesine izin veremezdim.
İkinci Usta’ya yine yemek yediriyordum ki İkinci Usta aniden “Pencereleri aç” diyor. Hemen pencereleri açıyorum. Bahar gelmiş, hava aydınlık ve rüzgârlı, kuşlar cıvıl cıvıl, her yer hayat ve canlılıkla ışıldıyor. Dışarıya bakıp bir an için rahatlıyorum. İkinci Usta alçak sesle konuşuyor, “Kapat şunu.” İlk seferinde gerçekten duymadığıma yemin edebilirim. İkinci Usta ona kasıtlı olarak itaatsizlik ettiğimi düşünmüş olacak ki, “Sana kapatmanı emrediyorum!” diye bağırıyor. Şok olup arkamı dönüyorum. İkinci Usta’nın başını başka tarafa çevirdiğini ve yarı yarıya battaniyenin altına saklandığını görüyorum.
Birdenbire – o anda İkinci Usta’nın biraz acınacak halde olduğunu hissediyorum. Bu cesareti nereden bulduğumu bilmiyorum ama İkinci Usta’ya, “İkinci Usta, izin verin sizi etrafa bakmanız için dışarı çıkarayım” diyorum. İkinci Usta beni görmezden geliyor. İleri doğru yürüyüp İkinci Usta’nın omuzlarını tutuyorum, İkinci Usta omzunu silkiyor. “Dokunma bana!” O anda gerçekten de kendimi kaptırmışım, İkinci Usta’yı dinlemeyip onu oturması için destekliyorum. İkinci Usta’nın yaraları neredeyse tamamen iyileşmiş ama gerçekten doğrulamıyor. Bu kadar ani bir şekilde doğrulunca, hemen sersemlemiş ve başı dönmüş hissediyor. Başının dönmesinden yararlanarak onu tahta bir el arabasına taşıyorum. İkinci Usta kendine geldiğinde çoktan el arabasının üzerine uzanmış halde. Öfkesini açığa vurmak üzereyken bakışlarını yanındaki şeylere çeviriyor.
Satış için hazırladığım çiçek taçları.
İkinci Usta “Bunlar ne?” diye soruyor.
Dürüstçe cevap veriyorum. İkinci Usta konuşmayı kesiyor. Bu tür malların satışından utandığını hissediyorum ama daha iyi bir yöntemim yok. Öfkesini açığa vurmadığını görünce onu kapıdan dışarı itiyorum. Ne de olsa bu kadar uzun süre evde kapalı kaldıktan sonra biraz güneş ışığının tadını çıkarmak ona iyi gelecek. Malları satarken İkinci Usta da ahşap el arabasının üzerinde dinleniyor.
Aslında her şey yolunda. Ancak aniden bir grup insan kasıtlı olarak hata bulmaya çalışıyor. Gerçekten sinirliyim, neden başka bir gün hata bulamıyorlar? Neden İkinci Usta etraftayken geliyorlar? Ne var ki daha sonra bu grubun İkinci Usta’yı tanıdığını öğreniyorum. İkinci Usta daha önce Hangzhou’da kibirle dolaşırken, onu sevmeyen pek çok insan edinmiş. Şimdi düşene bir tekme daha vurmak için gelmişler.
Bir grup insan el arabasının etrafını sarıyor. Ağızlarından endişe sözleri dökülse de, bu talihsizlikten zevk almaya çalıştıklarını görebiliyorum. Özellikle de en öndeki, oldukça yakışıklı ve iyi giyimli ama bakışlarının neden özellikle zehirli olduğunu bilmiyorum.
İkinci Usta konuşmadan hareketsiz kalıyor, öylece yatıyor. Herhangi bir ifade vermese de, ölmek isteyecek kadar rahatsız olduğunu söyleyebilirim. Rüzgârdan üşüyeceğinden korktuğum için İkinci Usta’nın alt yarısını bir battaniye ile örtmüştüm. Grubun başı battaniyeyi kaldırınca, herkes İkinci Usta’nın çıplak alt yarısını görüp şaşkına dönüyor. Sonra da büyük bir kahkaha patlatıyorlar. O anda gözüm döndü.
Hiçbir şey umurumda değildi, yan taraftaki bir ağaç dalını alıp, yüksek sesle bağırarak gruptan birinin kafasına nişan alıyorum. Bunu beklemiyor. Ben de ona aniden vuruyorum. Muhtemelen bir hizmetkârın böyle bir şey yapmaya cesaret edeceğini beklemiyor olacaklar ki, her şeye rağmen poker yüzünü koruyan İkinci Usta bile şaşırıyor. Vurulan kişi bir an için sersemlese bile. Kendine geldiğinde elini sallayıp diğer melun arkadaşlarıyla beraber bana ağır yumruklar atmaya başlıyor. Başımı korumak için bir top gibi büzülürken dayanmak için dişlerimi sıkıyorum. Neden bana bu kadar sert vuruyorlar? Bunun bir anlamı var mı? Daha sonra beni dövmekten yorulup yollarına devam etmeye karar veriyorlar. Yerden kalkmadan önce bir süre dinleniyorum. İlk bakışta İkinci Usta’nın ifadesiz yüzünü ve bir çift koyu, kapkara gözünü görüyorum.
Yine itibarını kaybetmesine neden olmuş olmalıyım diye aklımdan geçiyor. Bu kavgada çiçek taçları da yok edilmişti artık satılamazlar, bu yüzden sadece kıçımıza baka baka eve dönebiliriz. Eve dönüş yolunda İkinci Usta tek kelime bile etmiyor. Onu dışarı çıkardığım için biraz pişmanlık duyuyorum.
Evde yatmak sıkıcı olsa da, en azından diğer insanların öfkesine katlanmaktan daha iyidir. Akşam yemeği sırasında İkinci Usta şok edici bir şekilde onu oturması için desteklememi istiyor. Önceden yemeğini yarı yatar vaziyette yediğini fark etmiş olmalısınız. İkinci Usta, onu doğrulttuktan sonra bana dönüyor. Yüzümün şu anda tanınmaz halde olduğunu biliyorum, bu yüzden başımı eğiyorum. İkinci Usta, “Başını kaldır” diyor. Şişmiş gözlerimle ona bakıyorum. Neredeyse yarım gün suratıma baktıktan sonra, “Sen kimsin?” diye soruyor.
Şaşırıyorum. Kalbimden ‘İkinci Usta, bu adamlar tarafından aptal edilmedi değil mi?’ diye geçiriyorum. Tereddütle konuşuyorum, “İkinci… İkinci Usta?”
İkinci Usta kaşlarını çatıp “Sen Birinci Usta tarafından satın alınmış bir hizmetçi misin?” diye soruyor.
O zaman onun aptal olmadığını, aptal olanın ben olduğumu anlıyorum. Derin bir nefes alarak “İkinci Usta, mütevazi hizmetkarınız orijinal Yang Malikanesi’nden bir hizmetçi.” Diye yanıtlıyorum.
Konuşmamı bitirdikten sonra, “Ben aslında İkinci Usta’nın avlusundan geldim” diye ekliyorum.
İkinci Usta düşünmüyor bile doğrudan “İmkânsız” diye mırıldanıyor.
Nutkum tutulmuş haldeyim.
Karnında tutup söylemediği sonraki birkaç kelimenin ne olduğunu biliyorum. ‘Avlumun buna benzeyen bir hizmetçisi olamaz’.
Derin bir nefes daha alıp avlusuna nasıl gönderildiğimi anlatıyorum. İkinci Usta beni dinledikten sonra uzun bir süre konuşmuyor. Bir süre sonra, “Neden gitmedin?” diye soruyor.
Duraksıyorum, evet, neden gitmedim. İkinci Usta nasıl cevap vereceğimi bile düşünemeden önce konuşup garipliği dağıtıyor: “Boş ver, pilavı uzat.” Pilav kâsesini ona uzatıyorum. İkinci Usta duvara yaslanarak kendi başına yemek yemeye başlıyor. Ben hâlâ şaşkın bir şekilde ayakta duruyorum.
Dengesiz bir şekilde oturuyor. Vücudu ne zaman yana doğru eğilse destek almak için kolunu uzatıyor. Bütün yemek boyunca ellerimi kullanmak zorunda kalmıyorum. Yemeğini bitirdikten sonra bulaşıkları mutfağa götürüp yıkayacaktım ki beni durduruyor. “Otur.” Diyor. Oturuyorum.
“Senin adın ne?”
“Maymun.”
“…….”
İkinci Usta bana karmaşık bir ifadeyle bakıyor, “Senin adın ne?”
“Mütevazı hizmetkârınızın adı Maymun” diyorum.
İkinci Usta’nın yüzünde sanki pirinçten boğulmuş gibi bir ifade var. Sonra şunu ekliyor, “Maymun, evin ne kadar birikimi kaldı?”
Hızla yanıtlıyorum: “İki yüz tael.*”
“……”
Bu sayının İkinci Usta’nın kabul edemeyeceği bir şey olduğunu düşünüp Birinci Usta’nın iş için dışarıya gittiğini ekleyerek onu rahatlatmak üzereyim ki. İkinci Usta’nın aniden “Adam olana çok bile.” diyeceğini kim bilebilirdi ki?
“?”
Ancak İkinci Usta başka bir şey söylemeden bana günde ne kadar kazanabileceğimi sormaya devam ediyor.
“Yaklaşık beş tael.” Diye yanıtlıyorum. İkinci Usta’nın kaşları çatılıyor, “Yarın malları hazırladıktan sonra onları satma” diye uyarıyor.
İkinci Usta’nın ne yapmayı planladığını bilmiyorum ama başımla onaylıyorum. İkinci Usta konuştuktan sonra dışarıdaki çim halıları içeri getirmemi emrediyor. Çim halıları evin içine yerleştirdikten sonra, onları yere düzgün bir şekilde dizmemi istiyor. Onun emirlerini yerine getiriyorum. İşim bittikten sonra gitmemi istiyor. Bulaşıkları yıkamak için mutfağa gittikten sonra İkinci Usta’nın bu gece oldukça tuhaf olduğunu düşünüyorum. Mutfak işlerini tamamladıktan sonra avluya çıkarken İkinci Usta’nın odasından gelen sesleri duyuyorum. Ama beni çağırmadığı için içeri girmeye cesaret edemeden bekliyorum. Dinlemek için evin dışında otururken tekrar tekrar ‘pu dong pu dong’ (düşme) sesini duyuyorum. Daha fazla tahammül edemeyip boşluklardan bakmak için panjurlara doğru eğilene kadar dayanıp sabrediyorum.
Şok olmuş halde bakakalıyorum. İkinci Usta’nın yataktan ne zaman düştüğünü bilmiyorum. Yerde sürünerek kalkmaya çalışıyor gibi görünüyor. Umursamadan odaya koşuyorum. İçeri girdiğimde, İkinci Usta şok olmuş gibi görünüyor ve yerden bana ters ters bakıyor. “İçeri girmene kim izin verdi?!”
“Mütevazı hizmetkârınız İkinci Ustaya yardım edecek.” Diye yanıtlıyorum.
“Çık dışarı!”
İkinci Usta yüzünü bana çevirdiğinde hala tereddüt ediyorum, “Sana dışarı çıkmanı emrediyorum!”
Hâlâ bu öfke. Çıkmak için arkamı dönüyorum. Odanın içinden gelen dağınık kaotik sesleri dinlemek için kapının yanında kalıyorum. Ta ki gecenin derinliklerine kadar, nihayet odadan bir ses geliyor, “Maymun, içeri gel.”
Kapıyı iterek açıyorum. İkinci Usta terden sırılsıklam olmuş, çim halıların üzerine uzanmış yatıyor. Tüm enerjisini harcamış gibi görünüyor. Güçsüz bir şekilde benimle konuşuyor, “Beni yukarı taşı.”
İkinci Usta’yı yatağına taşıyorum. İkinci Usta hâlâ derin derin nefes alıyor. Kalbimde, İkinci Usta’nın ne yaptığını az çok anlıyorum. Bir an tereddüt ettikten sonra onunla kısık bir sesle konuşuyorum, “İkinci Usta, vücudunuzu eğitmek istiyorsanız, hizmetkârınızdan size yardım etmesini istemelisiniz.”
Böyle konuşmaya cüret edebilmek için bir leoparın bağırsaklarını yemiş olmalıyım. Sözlerimi bitirdikten sonra, ölümü beklercesine gözlerimi kapıyorum. İkinci Usta’nın gözlerini kapattığını ve nefesi dengelendiğinde alçak bir sesle “嗯” (onay sesi) diyeceğini kim bilebilirdi?
İkinci Usta’nın odasından çıktığımda, kalbimde İkinci Usta’nın bu gece gerçekten de biraz tuhaf olduğunu düşünüyorum.