Our Second Master - Bölüm 4: İkinci Ustamız Geri Döndü!
Önsözlük,
Yang Yao -> Beklentisi az olan
Shao -> Zengin beyefendi gibi bir anlamı var
Üstnot: Anlaşılmayan yerleri yorumlarda sorabilirsiniz,
Bölüm 4: İkinci Ustamız Geri Döndü!
İkinci gün, İkinci Usta’nın çiçek taçları yapma emrine uyarak onları bir kenara koyuyorum. İkinci Usta çiçek taçlarını iki gruba ayırdıktan sonra benden onu ahşap el arabasına taşımamı istiyor. Aslında dünden sonra İkinci Usta’nın bir daha evden çıkmak istemeyeceğini düşünüyordum. Benden onu makyaj malzemeleri ve aksesuarlar satan bir dükkân olan Gökyüzü Guguk Kuşu Köşküne götürmemi istiyor.
Girişe vardığımızda, İkinci Usta, benden dükkân sahibini çağırmamı istiyor. Dükkân sahibi dışarı çıkıp tahta el arabasının üzerinde oturan İkinci Ustayı gördüğünde, yüz ifadesi pek iyi değildi ama yine de selam veriyor. İkinci Usta benden bir kenara oturmamı istedikten sonra dükkân sahibiyle konuşmaya başlıyor. Bir saat sonra, dükkan sahibinin yardımcılarından birine çiçek taçlarını dükkana getirmesi için talimat verdiğini ve ardından dükkana girdiğini görüyorum.
Bu sırada İkinci Usta beni yanına çağırıyor. “Hadi geri dönelim.” Daha fazlasını sormaya cesaret edemeden el arabasını eve geri itiyorum. Eve vardığımızda İkinci Usta bana bir kese fırlatıyor. Onu yakaladığımda içinde birkaç parça küçük gümüş görüyorum. Şaşkınlıkla İkinci Usta’ya bakarken İkinci Usta, “Bunu hak ettin.” diyor. Bu bu bu… İkinci Usta emrederek devam ediyor, “Gelecekte, çiçek mevsimi bitene kadar her üç günde bir parti teslim etmelisin. Beyaz ve düzgün çiçekleri seç, söğüt kullanma.” Aceleyle başımı sallıyorum, “Evet, evet.” Usta gerçekten de boşuna usta değil.
Daha az çalışıp daha çok kazanıyor, daha çok boş zamanı oluyor. Şimdi, İkinci Usta yeme içme ve sıçmanın yanı sıra vücudunu da çalıştıracak. Kafasını çarpmasından korkuyorum, bu yüzden zemini kaplamak için daha fazla çim halı yapıyorum. İkinci Usta, yaraları iyileştikten sonra pantolon giymeye başlıyor. Kolaylık olsun diye pantolonun paçalarını keserek ona uygun şekilde dikiyorum. İkinci Usta’nın giymesi için çok güzel oluyor. İkinci Usta’nın vücudu eskisi gibi değil, oturması bile zor. Her gün sırtını destekliyorum ve o da oturma alıştırmaları yapıyor. Başlangıçta sağa doğru eğilir ve düşerdi, ancak çok fazla pratik yaptıktan sonra dengeli bir şekilde oturmayı başardı.
Artık İkinci Usta sadece oturmakla kalmıyor, emeklemek ve yerden destek almak için iki elini de kullanabiliyor. İkinci Usta’ya marangozdan bir tekerlekli sandalye yapmasını isteyip istemediğini soruyorum. İkinci Usta bir süre düşündükten sonra başını sallıyor. “Bu şey uygun değil” diyor. İkinci Usta yarım sol bacağına kuvvet uygularken bana bir bakış atıyor. İkinci Usta’nın gözlerinde şüphe olduğunu fark ettiğimde şok oluyorum. Yarım gün bekledikten sonra yüzünü çevirip kısık bir sesle “Buraya gel” diyor.
Zaten önünde duruyorum, nasıl geleyim? Ama Usta’nın emirlerine itaat edilmeli, bu yüzden yarım adım ilerliyorum. İkinci Usta diyor ki, “Dokun ona.” “?” İkinci Usta sabırsızca emrediyor, “Bacağıma dokun!” Ne istediğini bilmiyorum ama elimi uzatıyorum. Elini çekerken ben de çok dikkatli bir şekilde dokunuyorum. Bu onun bacağına ilk dokunuşum değil. Daha önce de merhem sürerken dokunmuştum ve çıplaktı. Şimdi bu yarım bacak özel olarak dikilmiş pantolonu giydiği için, çıplak olduğu zamankinden daha gerginim. İkinci Usta bu tavrımdan etkilenmiş gibi görünürken yüzü hafifçe kızarıyor – bana kızmış olabileceğini hissediyorum. İtaatkâr bir şekilde bacağına dokunuyorum.
İkinci Usta’nın bacağı hâlâ oldukça güçlü. Tek elimle tutamıyorum. Elimin altında bir bez, bezin içinde tümsekler ve çukurlar var. Titreyen benim elim mi yoksa İkinci Usta’nın bacağı mı bilmiyorum. “Dikkatlice dokundun mu?” Aptal gibi başımı sallıyorum. İkinci Usta, “Marangoza git ve aynı kalınlıkta bir bambu boru yaptır” diyor.
“Bu kalınlık…”
İkinci Usta’nın yüzü kıpkırmızı oluyor, “Bacağım kadar kalın!”
“Ah ah, evet.”
Kendime gelerek tekrar soruyorum, “Boyu ne kadar olsun?”
İkinci Usta’nın ifadesi iyi değil, basitçe el sallıyor, “Eğer uzun olursa, yürümek zor olur. İki avuç içi uzunluğu yeterli olacaktır. Ayrıca bir koltuk değneği de yaptır.”
“Oda mı kısa?” diye tekrar soruyorum.
“Belli ki!”
Daha sonra marangoza gidiyorum. Marangoz isteğimi duyduktan sonra doğrudan beklemem gerektiğini söylüyor. Birkaç gün sonra gelip almam gerektiğini düşünüyorum. Usta bana küçümseyerek bakıyor, “Bu kadar basit bir iş bile anca iki seferde yapılabilir.” Sonunda, ürünü gördükten sonra, içten içe gerçekten sadece birkaç seferde diye düşünüyorum. Ama… yürüdükçe, elimdeki ürüne baktıkça ve ayrıca yürüme değneğini denediğimde; sadece belime ulaşıyor. Yuvarlak bambu boruya tekrar bakarken kalbim biraz buruk. İkinci Ustamız ancak bu kadar uzun.
İkinci Usta, uzun süre eve getirdiğim ürüne bakıyor. Yüz ifadesi sakin. Kenarda dururken nefes almaya bile cesaret edemiyorum. İkinci Usta “Çok hızlı oldu” diyor. Ben de hızla “Marangoz çok iyiydi!” diye cevap veriyorum. İkinci Usta sert bir şekilde bana baktığında başımı eğip itaatkâr bir şekilde ağzımı kapatıyorum.
İkinci Usta’nın içten içe üzgün olduğunu hissediyorum. Tüpü bacağına takarken yaptığı hareket çok sert. Bunu nasıl görebildiğimi sormayın, sadece hissettiğim bu. Yanına gidip takmasına yardım ediyorum. Elleri titriyor, başı öne eğik, yüzünü göremiyorum. “İkinci Usta, daha nazik ol” diyor. İkinci Usta’nın eli hareket etmeyi bırakırken gerisini ben hallediyorum.
İkinci Usta ayağa kalkarken koltuk değnekleri her iki koltuğunun altında, boyu da çok iyi. Göğüs hizama kadar. İki eliyle destek alarak vücudunu hareket ettiriyor. Ve sonra, “pa cha”, yere düşüyor.
İkinci Usta’yı hızla ayağa kardırıyorum ama benden kenarda durmamı istiyor. Ben de onun tekrar tekrar deneyerek kendi kendine yerden kalkmasını izliyorum. İkinci Usta’nın yerden bu kadar kolay kalkabildiğini bilmiyordum.
Bundan sonra, İkinci Usta her gün koltuk değnekleriyle yürüme alıştırmaları yapıyor. İlk başlarda, tüm vücudu yeşil ve mor lekelerle dolana kadar düşsede yavaş yavaş, çok daha düzgün bir şekilde yürüyebiliyor; öyle ki sol koltuk değneğini atıp sadece bir koltuk değneğiyle yürüyebiliyordu.
Tabii ki bu kadar çok pratik yapmanın sonucu bacağının taze kanla dolana kadar tahriş olması oluyor. Merhemi her sürdüğümde, İkinci Usta’nın canı o kadar çok yanıyor ki dişlerini sıkıyor ya da ağzını açarak sessizce çığlık atıyor.
Bir keresinde dayanamayarak İkinci Usta’ya daha az ve adım adım pratik yapmasını söyledim. İkinci Usta başını sallayarak şöyle dedi: “Çay tüccarları her yıl bu zamanlarda Başkent’ten Hangzhou’ya gelir. Çay ticareti çok hareketli ve seyahat için pek çok fırsat olacak. En azından o zamana kadar yürüyebilmeliyim.” İkinci Usta, hala bu şekilde seyahat edebiliyor musunuz, demeye cesaret edemiyorum. Daha sonra, İkinci Usta gerçekten de yürüyebiliyor.
İşadamları Başkentten Hangzhou’ya geldiklerinde iş konuşmak için sık sık Batı Gölü kıyısındaki çay evinde otururlar. İkinci Usta’nın her gün oraya gittiği bir dönem var. En ucuz Long Jin’den (bir tür çay) bir demlik sipariş eder, sade su haline gelene kadar içer ve yine de ayrılmazdı. Daha sonra dükkândaki insanlar onu Yang Malikanesi’nin eski İkinci Ustası olarak tanırken şu anki haline bakarak arkasından konuşmaya başladılar.
Kasıtlı ya da kasıtsız, sözleri İkinci Usta’nın kulağına gider ama İkinci Usta duymazdan gelir. Sakat bacağıyla, elinde koltuk değneğiyle; bir melodi mırıldanır ve manzarayı seyreder. O gün çay ocağına girerken gözleri hızla en uzak köşedeki masada oturan üç kişiye takılıyor. İkisi satranç oynuyor. Koltuk değneğine yaslanarak oraya doğru yürüyor. Masaya ulaştığında ikisi dönüp bakıyor ama en yaşlıları kıpırdamadan satranç tahtasına bakmaya devam ediyor.
İkinci Usta’nın boyu masanın boyundan fazla değil. Sol elini bir tabureye dayarken sağ elinden aldığı güçle boş bir taburenin üzerine oturuyor. İki genç bunu gördüğünde kaşları çatılırken sanki onu kovalamak ister gibi görünüyorlar. İkinci Usta lafa giriyor: “Eğer atı yakalayamazsan, üç adım sonra piyon şahı tahttan çekilmeye zorlayacak.” Yaşlı adam sonunda başını yana sallayarak İkinci Usta’ya bakıyor.
“Genç adam, bir centilmen konuşmadan satranç tahtasını izler.”
İkinci Usta gülüyor ve yaşlı adamla satranç oynayan gencin omzunu okşarken şöyle diyor: “Genç kazanmaya cesaret edemiyor. Onu ateşten kurtarmak için seni aydınlattım.” Genç adam kızarırken kekeliyor, “Ne… ne kazanmaya cesaret edememesi. Patron Lin, onu dinlemeyin…….”
Yaşlı adam kahkahalarla gülüyor ve İkinci Usta’ya bakarak, “Sen Yang Yao Shan’ın oğlu musun?” diye soruyor.
İkinci Usta başını sallıyor. Yaşlı adam İkinci Usta’nın bacağına bakıyor ve hiçbir şey söylemiyor.
Daha sonra, İkinci Usta tüm öğleden sonra boyunca yaşlı adamla konuşuyor. Ayrıntıları anlayamasamda sadece çevredeki herkesin onlara baktığını biliyorum. İkinci Usta sonunda onlar gittikten sonra hesabı ödüyor. Sadece iki demlik çay olmasına rağmen, iki aylık tüm birikimimize mal oluyor. Acı hissediyorum ama İkinci Usta emrettiği için bir şey söylemeye cesaret edemiyorum. Ayrılırken İkinci Usta önden gidiyor ve gencin yaşlı adama “Patron Lin, bu Yang Amca’nın ikinci oğlu mu?” dediğini duyuyorum.
İkinci Usta hakkında konuştuklarını duyunca adımlarımı yavaşlatırken dinlemek için kenara pusuyorum. Yaşlı adam onaylar gibi bir ses çıkarıyor. Genç adamın kaşları çatılıyor, ” Başkent’te onun hakkında bir şeyler duydum. Onun tam bir ipek pantolon olduğunu söylüyorlardı, oynak, şehvetli, beceriksiz ve kibirli; neden Hangzhou’yu böylesine önemli bir rotayı ona verdiniz?”
Yaşlı adam derin bir kahkaha atarken “Onun beceriksiz olduğunu mu düşünüyorsun?” diyor.
Genç duraklarken alçak bir sesle, “Biraz zeki olsa bile, karakteri düşük dereceli,”diyor.
Yaşlı adam, “Min Lang, sence bu dünyadaki en değerli şey nedir?” diye geri soruyor.
İçten içe sessizce altın ve gümüşten bir dağ diyorum!
Genç de benim gibi düşünüyor, “Değerli – doğal olarak altın ve gümüş.”
Yaşlı adam başını sallıyor.
Genç tekrar konuşuyor, “O zaman nedir?”
Yaşlı adam çay bardağını eline alırken ne düşündüğü belli değil, alçak sesi yavaşça kahkahaya dönüşüyor, “Bu dünyadaki en değerli şey müsrif oğlun geri dönüşüdür.”
O gün eve gittikten sonra İkinci Usta’nın yemeğini hazırladıktan sonra un ezmesi yemek için mutfağa gidiyorum. İkinci Usta’yı hangi rüzgar attı bilmiyorum, beni çağırmadan kendisi mutfağa geliyor. Ne yediğimi görünce bir an afallıyor.
Sonra bana “Bu nedir?” diye soruyor.
“Yemek” diyorum.
İkinci Usta’nın yüzü tavanın dibi kadar kararıyor. Kasemi kaparak yemekle birlikte kaseyi de parçalıyor. O kadar korkuyorum ki ayağa fırlıyorum. İkinci Usta kaseyi parçaladıktan sonra dışarı çıkıyor. Bir süre sonra elinde bir yemek kutusuyla geri geliyor ve onu önüme koyuyor. “Ye” dedikten sonra dinlenmek için odasına dönüyor.
Yemek kutusunu açtığımda üç kat olduğunu görüyorum. Pilav, yemekler ve hatta tatlılar var. Tükürüğümü yutarken yemek için dikkatlice bir tabak çıkarıyorum. Daha sonra geri kalanı dikkatlice ocağın üstüne koyuyorum. Gece uyurken, İkinci Usta’yı yine utandırmış olmalıyım diye düşünüyorum.
Ertesi gün gözlerimi açtığımda İkinci Usta’nın koltuk değnekleriyle yatağımın önünde durduğunu görüyorum. Yüksek sesli olmamasına rağmen bir çığlık atıyorum.
İkinci Usta’nın ifadesi gerçekten çok çirkin. Yerden bir şey kaldırırken bana “Bu nedir?” diye soruyor. İkinci Usta’nın son zamanlarda bana bu soruyu sormayı çok sevdiğini fark ediyorum. Ona bakıyorum, İkinci Usta’nın dün benim için aldığı yiyecek kutusu. Tam cevap verecekken, İkinci Usta aniden yemek kutusunu kaldırıp baş aşağı çeviriyor. Böylece içindeki tüm yemekler yere saçılıyor. İçten içe, eğer daha önce bilseydim, dün hepsini bitirirdim diye düşünüyorum.
Sonra İkinci Usta’nın son zamanlarda bir şeyleri parçalamayı çok sevdiğini fark ediyorum. İkinci Usta çok kızgın görünüyor, tüm vücudu titriyor. Dişlerini sıkarak beni işaret ediyor ve şöyle diyor: “Neden yarım bıraktın. Ustanın bir yemek kutusu almak için günlerce para biriktirmesi gerektiğini mi düşünüyorsun?” Bilinçsizce başımı öne sallıyorum ama İkinci Usta’nın yüz ifadesini görünce hızla başımı yana doğru sallamaya başlıyorum.
Ancak, İkinci Usta oldukça zeki, bir şeylerin farkına varmış gibi görünüyor ve o kadar öfkeli ki, değneği tutan elinin parmak eklemleri bembeyaz olmuş.
Her kelimesinde duraklayarak konuşuyor: “Ben, Yang Yi Qi, ne kadar işe yaramaz olursam olayım, sana bakamayacak kadar değersiz değilim.”
Konuştuktan sonra çekip gidiyor.
Yerdeki mahvolmuş yiyeceklere baktım. Samimiyetle söylüyorum, ne yapacağımı şaşırmıştım.
** Çince “养” kelimesi yetiştirmek ve bakmak anlamına gelir. Evle ilgilenen usta anlamına da gelebilir, ancak kocanın karısına diyeceklerini “养” ile söylemesi yaygın bir kullanım olduğu için romantik bir çağrışımı da vardır.
### Bu bölüm 4 response etkileşim alırsa yeni bölüm hafta sonu gelir… ###