Elitler Sınıfı - Cilt 7 - Bölüm 9 - Kan Bağı
Cilt 7 – Bölüm 9 – Kan Bağı
Ertesi gün ders bittikten sonra gerginleşen omuzlarımı rahatlatmaya, açmaya, çalışıyordum. Gerilmemin sebebi, bazı sınıf arkadaşlarımın anlamlandıramadığım hal ve hareketleriydi..
Dertlerimden bir haber olan bir arkadaş, yanıma geliyordu şimdi de. Rüzgarda uçuşan eteğiyle, tam önümde durdu.
“Ayanokouji-kun, bugün vaktin var mı?”
Bu soruyu soran kız, bizim sınıftan Satou idi.
“Eğer vaktin varsa, yurda dönerken birer bardak çay içelim?”
Bu cümleyi kurarken sağ elinin işaret parmağıyla saçını dolayıp duruyordu.
Nasıl desem ki… biraz kaba, agresif bir öğrenci gibi? Satou’nun bu hali, en son bana açıldığı zamanki gibiydi. Yani, şuan beni buluşmaya çağırıyordu..
Yanımdaki sakin arkadaş Horikita, yaşadığım soruna hiç aldırış etmeden kitaplarını defterlerini toplayıp sınıftan çıkıp gitti..
Sınıfta, Ayanokouji grubunun gözlerinin üzerimde olduğunu hissedebiliyordum.
Satou gibi popüler bir kız neden Ayanokouji ile konuşuyor? Diye düşünüyorlardır.
Özellikle bu konularda beni sıkıştırmaya bayılan Haruka’nın daha çok dikkat kesildiğine eminim.
“Peki ya,—”
Bugün bir işim yoktu, grup toplantılarına katılma zorunluluğu da yoktu zaten. Gruptakilerin bakışları beni endişelendirse de, üstesinden gelirim.
“Kötü bir zamanlama mı oldu?” Ona direkt cevap vermediğim için, çekinerek sordu.
“Özür, Satou. Bugün olmaz.”
Başta ben de tereddüt ettim ama onu reddettim. Gerçekten omuzlarımdaki gerginliği atamıyorum. Sabahtan beri huzursuzum.
Satou ile konuşurken bile, bazı bakışların üzerimde olduğu gerçekti. Chabashira-sensei, ders bitmesine rağmen hala sınıftaydı. Elindeki notları toparlıyormuş gibi yapsa da, arada bi bana bakıyordu. Bakışlarından benimle konuşmak istediğini anlıyordum.
“A-anladım. Sonra görüşürüz o zaman, Ayanokouji-kun.”
Satou’nun hayal kırıklığı yaşaması beni de üzdü. Kötü bir zamanlamaydı ne diyeyim ki.
Satou yanımdan uzaklaştıktan sonra,sınıftan çıkıp koridora doğru yürümeye başladım. Tam o anda, beklenen tepki geldi, ya da tehlike çanları çalmaya mı başladı demeliyim?
Nerdeyse aynı anda Chabashira-sensei de sınıftan çıkıp arkamdan yaklaştı. Tam tahmin ettiğim gibi, benimle konuşmak istiyordu.
Satou’yu reddetmekle iyi yapmıştım. Ardından koridora, ordan da girişe giden dolambaçlı bir merdivene yöneldim.
“…Ayanokouji.”
Bu merdivenlerde kalabalık pek olmadığı için, Chabashira sensei arayı kapatıp bana seslendi.
“Bir sorun mu var?”
“Evet. Beni takip et. Konuşmamız gereken bir konu var.”
“Garip bir isteğiniz var. Horikita ile buluşacağım şimdi.”
Kendimi kurtarmak için bir yalan uydurdum.
“Öğretmen olarak ben de garip davranmak istemiyorum. Ama şartlar farklı.”
Genelde duygularını belli etmeyen Chabashira-sensei’nin yüzünde hüzünlü bir ifade vardı.
“İçimde nedense kötü bir his var.”
“Maalesef, reddetme lüksün yok. Acil bir durum söz konusu.”
Onu takip etmek istemiyordum ama bir öğretmene karşı gelemezdim de..
Biraz tereddüt edercesine davransam da onu takip ettim sonunda.
Öğrencilerin olduğu bölgeden ayrılıp farklı bir yere geldik.
“Resepsiyon bölümü mü? Beni buraya kadar ne konuşmak için çağırdınız ki? Kariyer planlaması için daha erken değil mi?”
“Birazdan anlarsın.”
Şaka yapmaya çalıştım ama anlamadığı gibi cevap da vermedi.
Kapının arkasında yaşanacaklardan çok Chabashira-sensei’den yana endişeliydim.
Sakin tavırlarından eser yoktu, çok tedirgindi.
Kapının arkasındaki kişi tahmin ettiğim kişiyse eğer, bu tarz bir tavrının olması….çok tuhaftı.
Chabashira-sensei, diğer öğretmenlerden farklıydı, bu tavırlarına anlam veremiyorum.
Şüphelerimi düşünürken, Chabashira-sensei bir anda kapıya tıklattı.
“Müdür bey. Ayanokouji Kiyotaka-kun’u getirdim.”
Müdür, ha? Okul kaydından, mezuniyet haricinde…hiçbir şekilde iletişime geçmeyeceğim bir kişi?
“Lütfen içeri girin.”
Nazik bir ses duyuldu. Chabashira-sensei odanın kapısını açtı. En fazla 60’larında olan bir adam koltukta oturuyordu.
Açılış töreni ve dönem açılış törenlerinde bu adamı birkaç kez görmüştüm.
Bu adamın, okul müdürü olduğu kesindi. Ama yüz ifadesinde huzursuzluk hakimdi, alnından terler akıyordu.
Karşısında da birisi oturuyordu. Şimdi olan biteni anladım. Neden buraya kadar getirildiğimi de.
“Şimdi sohbet edebilirsiniz…sorun yok değil mi?”
“Tabii yok.”
“O zaman izninizle. İstediğiniz kadar görüşebilirsiniz. Tekrar izninizi istiyorum…”
Müdürün karşısında oturan adam 40 yaşlarındaydı. Adamdan yaşça büyük olmasına rağmen, Müdür çok nazik bir tavır sergiledi, hatta kendi odasından çıktı.
“O zaman, ben de izninizi istiyorum…”
Chabashira-sensei de müdürle beraber ayrılmak için bu sözleriyle beraber hafif boynunu eğerek izin istedi. Bana son bakışında, gözlerindeki endişeyi fark ettim.
Kapının kapanmasıyla içerde tek duyulan ses kaloriferden çıkan o hafif tiz sesti.
Ben de ses çıkartmadan ayakta bekledim. Adam yavaşça konuştu.
“Sen de otursana. Seninle kendi isteğimle görüşüyorum.”
Bir yıl olaca– hayır, tamı tamına 1.5 yıl oldu bu adamın sesini duymayalı.
Konuşma tarzı ve ses tonu hiç değişmemiş. Zaten ondan böyle bir beklentim de yoktu.
“Oturacak kadar uzun süre konuşmak niyetinde değilim. Arkadaşlarımla görüşeceğim birazdan.”
“Arkadaş mı? Güldürme beni. Senin böyle yeteneğin yok ki.”
Nasıl yaşadığımı bile görmeden, hala düşüncelerinin doğru olduğunu ileri sürüyordu. Kendisinin her konuda %100 haklı olduğuna inanıyordu hala.. hiç değişmemiş.
“Ha konuşacağız ha konuşmayacağız sonuç değişmeyecek.”
“Yani bana çoktan bir cevap verdin, öyle mi? O zaman konuşmaya gerek de yok. Ben de meşgul bir adamım zaman ayırıp buraya kadar gelmiştim oysa.”
Kendince bir sonuca ulaşırken bana hiç kulak asmıyordu.
“İstediğin cevabı nerden bileyim.”
“Okulu bırakman için gerekli evrakları hazır ettim. Az önce Müdürle de bunu konuşuyorduk. Evet demen yeterli olacak okuldan ayrılmak için.”
Ne demek istediğini umursamadığımı fark edince, direkt ana konuya daldı.
“Okuldan ayrılmak için hiçbir sebep göremiyorum.”
“Senin sebebin olmayabilir ama benim kendimce sebeplerim var.”
Ilk defa kafasını kaldırıp bana baktı.
Keskin bakışları hiç değişmediği gibi, yaşlandıkça daha sert bakar olmuş..
Gözbebeklerindeki keskin bakışlarından, yüzündeki bu sert ifadeden pek çok insan çekinir, korkardı. Bense göz bebeklerinin ta içine bakıyordum.
“Yani bir ebeveyn olarak, çocuğunun isteğini görmezden mi geliyorsun?”
“Ebeveyn mi dedin? Beni hiç baban olarak görmedin ki.”
“Doğru, görmedim.”
Bu adamın, beni çocuğu olarak gördüğü bile şüpheliydi bir kere. Baba-oğul ilişkimiz sadece kağıt üzerinde vardı. Kan bağımızın olup olmadığı önemli bile değildi.
“Asıl sorun, kendi başına hareket ediyor olman. Sana beklemede kal diye emretmiştim.”
Bana otur bile demeden sözlerine devam etti.
“Emirlerime karşı gelip bu okula girdin. Şimdi ben de sana okulu bırakmanı emrediyorum.”
“Senin emirlerin sadece beyaz odada geçerli. Artık emirlerini dinlemiyorum.”
Basit ve mantıklı bir cümle kurdum ama bunu anlayıp tatmin olacak birisi değildi.
“En son gördüğümden bu yana epey konuşkan olmuşsun. Bu değersiz okul seni etkilemiş anlaşılan.”
Bir elini yanağına dayayarak değersiz bir varlıkmışım gibi bakmaya başladı.
“Neyse. Son soruma cevap ver.”
“ Kendini ne sanıyorsun sen? Sen benim malımsın. Ben, senin sahibinim. Ben ne dersem onu yapacaksın! Bunları bana söyletmeme gerek var mıydı? Senin yaşamana da ölmene de ben karar veririm.”
Hukukun üstünlüğünün hakim olduğu bir ülkede bu sözleri söylemek de…
Ne kadar aşağılık bir insan.
“Ne yaparsan yap. Ben bu okuldan ayrılmıyorum.”
Ne söylersem söyleyeyim, bu kısır döngüden çıkamayacaktık.
Bu tarz gereksiz uzayan konuşmalardan nefret eden birisiydi.. peki şimdi ne yapacak? Kesin elinde bir kozu vardır.
“Sana bu okulu anlatıp kaydolmanı sağlayan adamı hatırlıyor musun? Adı Matsuo idi.”
“Pek hatırlamıyorum.”
Hatırladığım bir isimdi,yüzü hemen kafamda canlandı.
“Bir yıl boyunca, sana kahyalık yaptı. Ama patronuna karşı geldi.”
Aralıksız konuşmaya devam ederken bir anda durdu.
Bu bir taktikti. Konuşmanın içeriğinin ne kadar önemli olduğunu dinleyiciye idrak ettirip içeriği merak ettirme taktiği. Ağır bir ses tonu ile derin bir bakış atarak, dinleyiciye hikayenin negatif bir yöne doğru gittiğini hissettir, onları hikayeye çeker, hikayeyi kafalarında canlandırmalarını sağlardı.
“Benden nasıl kaçacağını öğretti sana. Bu okula başvurarak beni, ailenin senin için iyi niyetini, suistimal etmesine sebep oldu. Çok aptalca bir hareket yaptı.”
Okul müdürünün ona sunduğu çay bardağını eline alıp bir yudum aldı.
“Affedilemez bir hata yaptı. Haliyle cezalandırıldı da.”
Tehdit etmiyordu; yaşanan olayları tüm çıplaklığıyla beraber içine biraz duygu katarak aktarıyordu.
“Tahmin etmişsindir. Onu kovdum.”
“Onun patronu sendin. Mantıklı bir sebeple onu kovmuşsun.”
Kahyam olan adam 60 yaşına yaklaşmıştı. İnsanlarla ilgilenmekte üstüne yoktu, çok sevilen birisiydi. Tüm çocuklar onu severdi. Genç yaşta evlenmesine rağmen çok uzun süre çocuğu olmamış. 40 yaşlarında oğlunu kucağına almış.. Fakat ne yazık ki eşini doğumda kaybetmiş.
Çocuğu benle aynı yaştaydı. Sürekli oğlundan bahsettiğini hatırlıyorum. Oğluyla hiç tanışmamıştım ama Matsuo, onun babası için elinden geleni yaptığını söyleyip duruyordu.
Hala oğlundan bahsederkenki gülümseyişi aklımda.
“Sen de tanıyorsundur, Matsuo’nun oğlunu.”
Kafamda onu ve oğlunu hatırladığımı fark etmiş olmalı ki ondan bahsetti.
“Sen bu okula girdiğin sırada, Matsuo’nun oğlu da özel bir lise sınavına girmiş ve okulda okumaya hak kazanmış. Çok çalıştığı belliydi.”
Kısa bir mola verip konuşmasına devam etti.
“Ama okuldan atıldı.”
Sözleri sade ve anlaşılırdı.
Direkt olarak söylemekten çekinse de, babasının cezasını oğluna çektirdiğinin altını çizmeden edemiyordu.
Bu adamın böyle bir gücü vardı gerçekten…
“Yani? Senin gibi bir adam bu kadarla mı kapattı bu ceza olayını? Çok yumuşak kalpliymişsin.”
“Oğlu sağlam çıktı. Canla başla çalışıp girdiği okuldan atılmasına rağmen, yılmadı. Başka okullara kabul edilmek için çabaladı. Fakat hepsine el atıp engel oldum, sonunda pes etti. Matsuo için de aynısı geçerli. Onun adını karalayan birkaç dedikodu yaydım, nereye iş için gittiyse eli boş döndü. Yaptığı hatanın bedelini hem oğlu hem de kendisi çekiyor şimdi. ’’
Verdiğim kararın, Matsuo ve oğlundaki etkisini, onların hayatlarındaki her şeyi kaybettiklerini anlattı. Uydurma bir hikaye değildi; gerçeği anlatıyordu.
Fakat, bunu sadece olanlardan haberdar etmek için anlatmadığı da kesindi.
“Şaşırmadın herhalde. Gerçi, işverenlerine karşı geldikleri için, ceza alacaklarını biliyorlardı. Fakat bu kadarı beklemiyordu herhalde. Hep nazik ve sorumluluk sahibi birisiydi. Genç yaşta eşini kaybedip çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kaldı. Ama gel gör ki, sonunu düşünmeden davranınca çocuğunun geleceğini mahvetmiş oldu. Sonra, bana gelip yalvardı. Çocuğunun yakasını bırakmam için bir çözüm bulduğunu söyledi. Geçen ay da kendisini yakarak öldürmüş.”
Bu uzun konuşmasının en önemli nedeni; bencil tavırlarımın başkalarının sonunu getirdiğini ima etmek içindi.
“Şimdiyse oğlu yarına çıkacağının bile garantisi olmadan part-time bir işte çalışıyor. Ne geleceğe dair bir umudu var ne de hayali.”
“Ailesinin başına gelenlerden dolayı seni suçluyor, senden nefret ediyordur.”
“Ölsen bile seni affetmeyecek.”
Tam ‘Eee?’ diye soracaktım ki, adamın dudakları hareket etmeye başladı.
“Sana bakan insan, seni kurtaran insan öldü diyorum ama senin umurunda değil galiba. Matsuo bu halini görseydi, mezarında ters dönerdi. Hayatını tehlikeye attığı kişiye bak, hiç umursamıyor.”
Yaşananların ne kadar doğru veya yanlış olduğunu bir kenara bırakarak diyebilirim ki… bu iki kişinin hayatı bu adam yüzünden kararmış…
Olmuşla ölmüşe çare yok derler. Ama bu adamın bu çabası, bu olayları anlatışının sebebi; ne kendimi suçlu hissedeyim diye, ne de empati kurayım diyeydi. Tek bir amacı vardı: Onu kızdıranların sonunun iyi olmadığı. Bu kadar.
“Öncelikle, söylediklerinin doğru olup olmadığına dair kanıtın yok.”
“Matsuo’nun otopsi raporu var. Istersen kayıtları getiririm.”
Yani, ne zaman istersen görebilirsin diyerek hemen cevabı yapıştırdı bana.
“Eğer dediğin gibi bana yardım etme uğruna öldüyse, okuldan ayrılmamak için ciddi bir sebebim var demektir. Matsuo başına gelecekleri bilerek bana yardım ettiğine göre, onu yüz üstü bırakamam.”
Onun bu saçma sözlerine karşılık, tokat gibi bir cevap verdim.
“Değişmişsin gerçekten, Kiyotaka.”
Ne demek istediğini anlayabiliyordum. Daima onun… daha doğrusu, beyaz odanın emirlerine itaat ediyordum. Orası, benim dünyamdı…
Büyük ihtimalle en büyük başarısızlığı, benim oradan ayrı geçirdiğim bir yıllık zaman dilimimdi.
“Bu bir yılda sana neler oldu? Bu okulu neden seçtin ki?”
Bildiği halde konuyu açmaya zorluyordu.
“ Halkın kabul dahi etmeyeceği yöntemleri kullanarak bize verilebilecek en iyi eğitimi sağladın, evet. Beyaz Oda’yı artılarından dolayı görmezden gelemem. Fakat birine de buradan bahsedip seni zor duruma düşürmeyeceğim. Garip bir idealin peşinden gidiyorsun. O idealinin de meyvesi benim. Ama artık buraya kadar.”
Ben 16 yaşında bir lise öğrencisiyim. Fakat şimdiye kadar öğrendiklerim, ortalama bir insan ömründe öğreneceklerini kat be kat aşıyor. Bu başarıyı ben gerçekleştirdim ya da gerçekleştirmem sağlandı demeliyim…
İnsanların, bitmek tükenmek bilmeyen bir merakı var, ha…
“Bize çok şey öğrettin. Sanattan bilime, dövüş sanatlarından savunmaya, hatta bilgelik ve daha pek çok şey konusunda eğittin. Fakat aynı zamanda ‘gerçek dünyayı’ bir kenara attın. Bense o görmezden geldiğin dünyayı görmek istedim.”
“Yani kaçmanın sebebi bu muydu?”
“Beyaz Oda’da öğrendiklerimi burada öğreneceğini mi sanıyordun? Özgürlük nedir, hiçbir şeye bağlı olmamak nasıl hissettirir? Bunu orada öğrenemezdim.”
Inkar edemeyeceği bir gerçekti. Beyaz Oda, bu dünyada insan yetiştirmek için en etkili yerlerden birisi olabilirdi. Fakat her şeyi öğrenebileceğiniz bir yer değildi. Gereksiz görülen her konunun görmezden gelindiği bir enstitü idi.
“Matsuo dedi ki Japonya’da elinin ulaşamayacağı tek yer bu okulmuş.”
İstediği gibi emirlerini beklemeye devam etseydim ya da başka bir okul seçseydim, o beyaz odaya er ya da geç dönmek zorunda kalacaktım.
Zaten bu okuldan ayrılmaya niyetim yoktu.
“Anlayamadığım kısımlar var ama şuan olanları olduğu gibi kabul ediyorum. Plan tamamlanmadan önce enstitüyü geçici olarak kapatma kararım yanlıştı, evet. 16 yıldır devam eden bir planın, bir yıllık gerilemeyle sekteye uğraması…. bir de ulaşamayacağım bir yere, bu okula, kaçıp gelmen de çok can sıkıcı.”
Enstitünün geçici olarak kapatılması onu epey üzmüştü. Bu yüzden de beni geri istiyordu.
Ama 6 ay sonra benimle iletişime geçmesi…? Bu okulun arkasında güçlü birisi mi var acaba diye düşünmeden edemiyordum.
“Buraya neden geldiğini anlıyorum şimdi. Fakat burada bitecek sanma. Matsuo’nun oğlu gibi, seni de zorla okuldan attırabilirim.”
“Şuanki halinle bu okulun işlerine karışabileceğine inanmıyorum. Bu okulu, devlet destekliyor.”
“Bunu nerden çıkartıyorsun? Devletin desteklediğine dair kanıt bile yok.”
“Odada hiçbir korumanı göremiyorum? Gittiğin her yerde kendine düşman edindiğin için, korumaların olmadan hareket dahi etmezsin sen. Ama ne koridorda ne bu odada bir koruma bile göremiyorum.”
Çay bardağını sıkıca kavrayıp ılıyan çayını yudumladı.
“Bir liseye gelmişim, korumaya neden ihtiyaç duyayım?”
“Tuvalete bile korumalarınla giden birisinden bu sözleri duymak da ne bileyim? İstesen de onları yanına alamadın değil mi? Okulun arkasındaki kimse eğer, onların içeri girmesine izin vermemiştir.”
Okulun bu kuralına uymasaydı, içeri girmesine de izin vermezlerdi kesin.
“Asılsız konuşmaya devam ediyorsun.”
“Dahası, beni okuldan attıracak gücün olsaydı, 3e kadar saymadan attırmış olurdun. Gelip benimle yüz yüze görüşerek ikna etmeye çalışıyorsun. Sana neden inanayım?”
Matsuo’nun oğlundan bahsetmek için benimle bizzat görüşmek zorunda değildi, zaten kendi kararını çoktan vermiş.
“Son olarak, bu okul gibi, düşmanın olduğu bir bölgede bir hamle yaparsan eğer, kamuya duyulur. Hırsların… geri dönüşün hayalden öteye geçemez. Haksız mıyım?”
“…Matsuo seni böyle şeylerle mi doldurdu? Bu dünyadan göçüp gitmesine rağmen, yakamı bırakmıyor.”
“Bilemiyorum.”
Ondan detaylı hiçbir şey duymamıştım ki. Bu adamın tavırlarından detayları anlamlandırabiliyordum.
bu adamı isteksizce, gelişi güzel bir şekilde, durdurmak mümkün değildi, Matsuo, çalıştığı kişiyi çok iyi tanıyordu…
“Enstitünün kapatılması ve bunun etkisini bir kenara bırakırsak eğer, bir problemi daha fark ettim. Disiplin sistemi ne kadar iyi olursa olsun, isyan etmek insanın doğasında var.”
Sadece 15 yıllık bir eğitim, antik çağlardan kalma DNA’ya karşı kazanamazdı.
“Şimdi, neden doğru yoldan çıktığını bir kenar bırakarak soruyorum. Buradaki eğitimin sana hiçbir şey katmayacağının farkında olan bir birey olarak, neden buradasın?”
“Merakımı gidermek ve kendi yolumu çizmek için; sebebi bu.”
“Saçmalama. Senin için planladığım yoldan başka seçeneğin yok senin. Bir gün beni dahi geçip Japonya’ya hükmedeceksin. Ne saçmalıyorsun?”
“Bu senin kafanda kurduğun hayalden ibaret sadece.”
“Demek seni ikna edemiyorum.”
“Sonunda hemfikiriz.”
Nasıl olursa olsun, birbirimize zıt düşünce tarzlarımız vardı ve kendimizden asla taviz veren karakterler değiliz.
“Beyaz Oda tekrar açıldı. Bu sefer, her şey mükemmel olacak. Hatta özel birkaç ayarlama ile kaybettiğin zamanı telafi dahi edebileceğiz..”
“Dileğini yerine getirecek birkaç kişi varken, benimle neden uğraşıyorsun?”
“Dediğin gibi başarılı öğrenciler var. Fakat senin gibi yeteneklisi yok. ”
“Kendi çocuğuna yalan bile söyleyemiyorsun, bunu demek istiyordun herhalde?”
“Böyle değersiz bir yalan sana işler mi ki?”
Doğru diyordu..
“Bunlar sana son sözlerim, Kiyotaka. Cevap vermeden önce iyice düşün. Okuldan kendi isteğinle ayrılmayı mı, ailen olarak seni zorla okuldan almamı mı istersin?”
Ne pahasına olursa olsun beni geri götürmek istiyor demek. Bu amaç uğruna neler yapar bilemem ama onu dinlemeyeceğim.
“…dönmeye niyetim yok.”
Sessizliği bozarcasına, net cevabımı söyledim.
“Anlar mısın bilemiyorum ama bu okulda eğitim almaya devam edeceğim. Öğretim teknikleri farklı olsa da iyi yetenekler yetiştirdikleri kesin.”
“Ne saçmalık ama. Bu okulun nasıl bir yer olduğunu bile anlamamışsın. Bu okul, ayaktakımı yetiştiriyor ne yeteneği? Eminim sınıfında da serseri takımı vardır, hayatta kalma şansı dahi olmayan. ”
“Serseri mi? Hiçte bile. Burası, insanların eşit olup olmadığını öğrenebileceğim bir yer. Değişik bir politikası var.”
“Yani senin gibi bir dehayla değersiz insanları birlikte yetiştirecekler mi diyorsun?”
“Beklentim bu.”
“Benim politikamdan ne kadar uzak kalmayı düşünüyorsun peki?”
“Bu konuşma burada bitsin. Zaten uzlaşacak değiliz.”
Sohbete son noktayı koymaya çalışırken, odanın kapısını tıklattılar.
“Pardon.”
Kapının açılmasıyla 40 yaşlarında bir adam içeri girdi. Beklenmedik misafiri görünce, adamın tavırları değişti, kaşlarını çattı.
“Görüşmeyeli uzun zaman olmuş, Ayanokouji-sensei.”
Içeri giren adan saygıyla eğildi. İşçi-işveren selamlaması gibiydi.
“…Sakayanagi. Seni görmek ne güzel. Görüşmeyeli 7- 8 yıl oldu herhalde.”
“Babamın yerine yönetim kurulu başkanlığına atandığımdan beri görüşemedik diye hatırlıyorum. Evet, zaman su gibi akıp geçiyor.”
Sakayanagi mi? Yönetim kurulu başkanının soyadı… biraz uyumsuz geldi…
A sınıfından Sakayanagi Arisu’nun aklıma gelmemesi imkansızdı haliyle.
“Sen… Ayanokouji-sensei’nin oğlu Kiyotaka-kun’sun değil mi? Tanıştığıma memnun oldum.”
Ayakta dikilirken bana doğru konuştu, sonra başını çevirdi.
“Her şey için teşekkürler. Sohbetimizi bitirdik. Ben iznini isteyim.”
“Ah, biraz bekler misin peki? Sizinle konuşmak istiyorum.”
Bu 3.kişinin teklifini geri çeviremezdim ki… bu okulun yönetim kurulu başkanının hiç.
“Peki, o zaman oturalım.”
Teklifinden sonra bir koltuğa oturdum. Yönetim kurulu başkanı yanıma oturdu.
“Müdür Bey’den duyduğuma göre, onu okuldan almak istiyormuşsun?”
Yönetim kurulu başkanı otoritesini kullanırsa, belki çıkmaza sürüklenebilirdim…
“Evet. Ailesi olarak, isteğimi yerine getirmenizi talep ediyorum.”
Yönetim kurulu başkanı Sakayanagi, bu sözlere nasıl cevap verecek merak ediyorum. Endişelendiğini fark ederken, Sakayanagi adamın gözlerinin içine bakarak cevap verdi.
“Bir yanlışın var yalnız. Ailenin çocuk üzerinde hakkı olduğu tartışılamaz. Aileleri ısrar ettiği zamanlarda, öğrencilerin isteklerini görmezden geldiğimiz olsa da, her işlemi belli şartlara ve gerçeklere göre gerçekleştiriyoruz. Mesela, zorbalığa uğradıysa öğrenci, ailenin isteğini değerlendiririz. Kiyotaka-kun, senin böyle bir sorunun var mı?”
“Hayır, yok.”
“Bu ne saçmalık. Sizin şartlarınız beni ilgilendirmiyor. Benden izinsiz kaydolduğu bu okuldan çocuğumu almak istiyorum, tek derdim bu.”
“Bu ülkede liseye gitmek zorunlu değil. Hangi okula kaydolacakları da öğrencinin istek ve yeteneklerine bağlı. Eğer ebeveyni olarak okulun harcını ödüyor olsaydın, o zaman tamam derdim. Fakat okulumuzda öğrencilerim tüm masrafları devlet tarafından karşılanıyor, öğrencilerden 1 kuruş bile istenmiyor. Dahası, öğrencilerin kendi ayakları üzerinde durması, bu özgürlüğe sahip olması da ilk önceliğimiz.”
Beklediğim bir cevap olmasına rağmen, kendimi mutlu hissetmeden edemedim ya.
Aynı zamanda Matsuo’nun söylediklerini daha iyi idrak ettim. ‘bu okul, sana Beyaz odadan kaçmana izin verecek’ demişti, demek bu sözleri böyle bir yönetim kurulu başkanının varlığına bağlı olarak söylemişti.
Babamla tereddüt etmeden, korkusuzca sohbet ediyordu. Dahası, bu tavrıyla da yetkisinin sağladığı etkisini kanıtlıyordu. Az önce Müdür Bey, başını eğerek konuşuyorken, u adam yetkisini gözler önüne seriyordu.
“Sen de değişmişsin. Ne dersem tamam diyen adama ne oldu?”
“ Ayanokouji-sensei, ben sana hala hayranım. Fakat babamın idealleriyle kurduğu bu okulun başarıya ulaştırmayı amaçlıyorum. Ne demek istediğimi anlamışsındır, Ayanokouji-sensei? Babamın zamanından beri kurallar aynı, hiçbir politikamızı değiştirmedik.”
“Herkes kendi bildiği gibi işlerini yürütüyor sana bu konuda yorum yapmayacağım. Babanın mirasını devam ettirmek hakkın. Fakat Kiyotaka’nın okula kaydolmasına neden izin verdin anlamıyorum?”
Bu adamın kafasında şüphe vardı anlaşılan, Başkan Sakayanagi’yi sorguya çekmeye başladı.
“Anlamadım? Neden soruyorsun ki? Giriş sınavı ile mülakatlardan aldığı notlarla, okula kayıt olmayı hak eden oğlun.”
“Sorumu başka yöne çekerek cevap verme. Bu okulun sıradan okullardan farklı çalıştığını çok iyi biliyorum. Kiyotaka’nın bu okula kayıt olma adayı bile olmaması gerekirdi. Sınava bile alınmamalıydı. Sınavlarınızla mülakatlarınızın saçmalıktan ibaret olduğunu, hiçbir anlam taşımadığını çok iyi biliyorum ben. ”
Bu sözlerden sonra, Başkan Sakayanagi’nin şimdiye kadar koruduğu gülümsemesi kayboldu…
“…ön saflardan ayrılmana rağmen, hala çok etkileyicisin, Ayanokouji-sensei. İyi bilgi edinmişsin.”
“Onun tavsiye mektubunu gizlice vermişlerdir okula. Tavsiye mektubu size ulaşır ulaşmaz, okul onu kaydolacak öğrenciler listesine almıştır. Kısacası, sizin okulunuza tavsiye mektubu olmayan hiçbir öğrenci alınmıyor, öğrenci isterse çok zeki ve başarılı olsun, mektubu olmadan okula asla kabul edilmiyor. Haksız mıyım?”
Benim gibi bir öğrencinin duymaması gereken bir konuşma gerçekleşiyor sanki…
“Yani, Kiyotaka’nın okula alınması imkansızdı. Kabul edilmemesi gerekirdi.”
“Evet. Adı okula kaydolacak öğrenciler arasında değildi. Normalde tavsiye mektubu olmayan öğrenciler otomatik olarak reddedilir. Bu durumun yayılmasını engellemek içinde, giriş sınavı ve mülakatları kurduk. Kendi kararımla okula aldığım tek kişi o’ydu. Onu buradan almaya gelmiş olabilirsin fakat o şuan bizim himayemiz altında. Bu okulda olan tüm öğrencileri korumak benim görevim. Sensei sen rica etsen dahi, isteğini görmezden gelmek zorundayım. Kendi isteğiyle okuldan ayrılmak istemediği sürece, elim kolum bağlı.”
Adam bu sözleri duyduktan sonra gözlerini Başkan Sakayanagi’den bana çevirdi.
Başkan Sakayanagi konuşmasına devam etti.
“Ailelerin isteklerini asla görmezden gelmeyiz. Onu okuldan almak istiyorsan eğer, Kiyotaka-kun ile okul üç kez uzlaşma toplantısı düzenler. Sonucunu sana bildiririz.”
Yani, farklı bir dille okuldan alma isteğine hayır demiş oldu. Bu durumda, bu adamın bana karşı kullanacak hiçbir kozu kalmadı…
“Kendi okulunda kuralları değiştirmeni bekleyemem, tabii. O zaman okula olan yaklaşımımı değiştireceğim.”
“Ne yapacaksın? Aşırıya kaçarsan eğer—”
“Anladım. Sana baskı yapma niyetinde değilim.”
Baskı yapma konusunda uzman olan bu adam, burada eli kolu bağlı olduğu için bir şey yapamıyordu..
“Tamam o zaman. Kiyotaka’nın okuldan atılması için, okulun kurallarına karşı gelmesi gerekiyor diyorsun.”
“Evet. Bu konuda şüphen olmasın. Senin oğlun diye ona özel muamele yapacak değiliz, sensei.”
“O zaman, tamam. Ben iznini isteyeyim.”
Oturduğu yerden kalktı.
“Peki tekrar ne zaman görüşürüz?”
“En azından burada görüşmeyiz.”
“O zaman sana çıkışa kadar eşlik edeyim.”
“Gerek yok.”
Uğurlanmayı reddeden adama seslendim.
“Kendine baba diyorsun ama okula gelmeyi niye reddediyorsun?”
“Böyle bir yere mi? Bir kez geldim ya, yeter.”
Bu sözlerden sonra, resepsiyon odasından çıkıp gitti..